“Peki, Bay Rochester nerede?”
En son o gelir: Gözlerim koru arkına bakmıyor ama onu içeri girerken görüyorum. Dikkatimi, elime aldığım işi—o ince işçilikle örülen çantanın ağlarına ve iğnelerine—vermek istiyorum. Sadece elimdeki işe, dizimde duran gümüş boncuklara ve ipek ipliklere odaklanmak istiyorum. Ama onun siluetini açıkça görüyorum; ve istemeden de olsa, onu en son gördüğüm anı hatırlıyorum: Ona, onun “hayati bir iyilik” saydığı bir yardımı sunduktan hemen sonra. O an, elimi tutuyor, yüzüme bakıyor, gözleri coşkuyla dolu, taşmak üzere olan bir kalbi anlatıyordu; ve ben de o duyguların içinde bir pay sahibiydim. O anda ona ne kadar yaklaşmıştım! Peki, o andan bu yana ne oldu da onunla benim aramdaki ilişki böyle değişti? Şimdi ise ne kadar uzak, ne kadar yabancıydık birbirimize! O kadar yabancıydık ki, gelip benimle konuşmasını beklemiyordum. Bana bakmadan, odanın öbür ucunda bir yere oturup birkaç hanımla sohbet etmeye başladığında şaşırmadım bile. Onun dikkati onlara odaklanmış, benim fark edilmeden onu izleyebileceğimi anladığım anda, gözlerim istem dışı onun yüzüne kaydı; göz kapaklarımı kontrol edemedim; göz bebeklerim ona kilitlendi. Bakıyordum, ve bu bakış bana keskin bir haz veriyordu—değerli ama acı veren bir haz; saf altın, içinde çelik gibi sivri bir acı noktası olan: Susuzluktan kavrulan, kuyusunun zehirli olduğunu bildiği halde, yine de ilahi bir tatla eğilip içen adamın hissi gibi.
Gözlemcinin gözüne göre güzellik vardır; bu söz ne kadar doğru! Efendimin solgun, zeytin rengi yüzü; kare, heybetli kaşları; geniş ve siyah kaşlarının altındaki derin gözleri; güçlü hatları; sert ve kararlı ağzı—bütün bunlar kural gereği “güzel” değildi; ama benim için onlardan öteydi; ilgiyle, etkiyle doluydu; beni bütünüyle ele geçiren, hislerimi kendi gücünden alan ve zincirleyen bir çekim vardı onda. Onu sevmeye niyetim yoktu; okur biliyor ki, ruhumdan sevgi tohumlarını kökünden kazımak için çok mücadele ettim; ama şimdi, onu yeniden gördüğümde, sevgi tohumları kendi kendine, yeşil ve güçlü şekilde filizlendi! Bana bakmadan beni sevmesini sağladı.
Onu konuklarıyla karşılaştırdım. Lynnlerin nazik zarafeti, Lord Ingram’ın yorgun şıklığı—hatta Albay Dent’in askerî asilliği, onun doğal kuvvetli ve gerçek güce sahip görünüşüyle ne kadar farklıydı! Onların görüntülerinde, ifadelerinde hiç sempati bulamadım; ama çoğu gözlemcinin onları çekici, yakışıklı, etkileyici bulacağını hayal edebiliyordum; oysa Bay Rochester’ı acımasız hatlı ve hüzünlü görünüşlü diye tanımlayacaklardı hemen. Onların gülümseyip kahkaha attığını gördüm—hiçbir anlamı yoktu; mumların ışığı, gülüşlerinde olduğu kadar ruhsuzdu; çanın çınlaması, kahkahalarının taşıdığı anlam kadar önemsizdi. Bay Rochester’ın gülümsediğini gördüm: sert hatları yumuşadı; gözleri hem parlak hem nazik oldu; bakışı hem sorgulayıcı hem tatlıydı. O anda Louisa ve Amy Eshton’la konuşuyordu. Onların bu, bana o kadar derin ve sarsıcı gelen bakışı sakinlikle karşılamasına şaşırdım; gözlerinin yere düşmesini, yüzlerinin kızarmasını bekliyordum; ama onların hiç etkilenmediğini görünce sevindim. “O, onlara benim için olduğu gibi değil,” diye düşündüm, “onlardan değil; sanırım benim gibidir—eminim öyledir—ona yakın hissediyorum kendimi—yüz ifadesinin ve hareketlerinin dilini anlıyorum: zenginlik ve sosyal statü bizi ayırsa da, beynimde, kalbimde, kanımda, sinirlerimde beni ona zihnen yakınlaştıran bir şey var. Birkaç gün önce, ondan sadece maaşımı almak için sorumlu olduğumu söylemiştim; onu sadece bir işveren olarak düşünmem gerektiğini kendime emretmiştim. Bu doğaya karşı bir küfür! Sahip olduğum bütün iyi, gerçek ve güçlü duygular kendiliğinden ona yöneliyor. Hislerimi gizlemek zorundayım; umudu bastırmalıyım; onun beni pek önemsemediğini aklımda tutmalıyım. Çünkü ‘ona benziyorum’ derken, onun sahip olduğu etki ve büyüye sahip olduğum anlamına gelmiyor; sadece bazı zevklerim ve duygularımın onunkilerle ortak olduğunu söylüyorum. O halde sürekli olarak birbirimizden sonsuza dek ayrılmış olduğumuzu tekrarlamalıyım: ama nefes aldığım ve düşündüğüm sürece, onu sevmek zorundayım.”