İyi bir piskopos, zor bir piskoposluk demektir.
Piskopos, yardımları dönüştürdüğü sadakalarla birlikte ziyaretlerine devam ediyordu. Digne piskoposluğu, zorlu bir bölgeydi; düzlük neredeyse yoktu, dağlar ise bolca vardı ve yolları da az denecek kadar kısıtlıydı. Otuz iki papazlık, kırk bir vekillik ve iki yüz seksen beş bağlı kiliseyi kapsayan bu alanın tamamını ziyaret etmek büyük bir yükümlülüktü, ama piskopos bu işin üstesinden gelmeyi başarıyordu. Yakın yerleri yürüyerek, düz arazileri küçük bir arabayla, dağlık alanları ise katır sırtında geçerek dolaşıyordu. Ona, iki yaşlı kadın da eşlik ediyordu; eğer yolculuk fazla yorucu olursa, piskopos yalnız yola çıkıyordu.
Bir gün, eski bir piskoposluk şehri olan Senez’e vardığında, bineği mütevazı bir eşekten ibaretti. O sıralar kesesi öyle boştu ki, daha iyi bir ulaşım aracı edinmesi mümkün olmamıştı. Şehrin belediye başkanı, piskoposluk konağının kapısında onu karşılamak üzere beklerken, piskoposun eşekten inişini şaşkınlıkla izliyordu. Etrafındaki bazı burjuvalar ise durumu alaycı bir gülümsemeyle izliyordu. Piskopos, bu bakışları fark edince gülümsedi ve şöyle dedi: “Sayın belediye başkanı ve beyler, bakışlarınızın nedenini anlıyorum; bir yoksul rahibin, İsa Peygamber’in bir zamanlar bindiği bu bineğe binmesini kibirli buluyorsunuz. Size temin ederim ki, bu bir zorunluluktu, asla bir gösteriş değil.”
Ziyaretlerinde, piskopos hem hoşgörülü hem de nazik bir tutum sergiliyordu; vaaz vermekten çok, insanlarla içten ve samimi sohbetler yapmayı tercih ediyordu. Hiçbir erdemi ulaşılamaz bir zirveye koymuyor, derin felsefi tartışmalara girmiyordu. Yaşadığı bölgedeki insanlara, komşu ülkelerin örneklerini gösteriyor, onlardan ilham alıyor ve hayat dersleri sunuyordu. Sert davranışların hâkim olduğu yerlerde, “Briançon halkına bir göz atın,” diyordu. “Onlar, yoksullara, dullara ve yetimlere, diğerlerinden üç gün önce tarlalarını biçme hakkı tanıyor. Evleri yıkıldığında, onları ücretsiz olarak yeniden inşa ediyorlar. İşte bu yüzden orası, Tanrı’nın kutsadığı bir yer. Son yüz yıl boyunca orada tek bir cinayet bile işlenmemiştir.”
Kazanç ve hasat peşinde koşan köylerde ise “Bakın Embrun’dakilere,” derdi. “Eğer bir baba, hasat zamanı askerlikte olan oğulları ve şehirde çalışan kızları olduğundan dolayı hasta olup tarlaya gidemiyorsa, papaz onu vaazda anarak, pazar günü, meshten sonra, köydeki herkes, erkekler, kadınlar, çocuklar dahil, o zavallı adamın tarlasına gidip hasadını yaparlar; samanı ve buğdayı alarak, ambarına geri getirirler.”
Miras ve para konusunda anlaşmazlık yaşayan aileler içinse şöyle derdi: “Bakın Devoluy dağlarında yaşayanlara; öyle ıssız bir yer ki, burada elli yılda bir bile bülbül ötmez. Bir ailede baba vefat edince, oğullar zenginlik arayışına çıkar, mirası kızlara bırakır ki onlar da evlenebilsinler. Burası, ‘kuş uçmaz kervan geçmez’ diyebileceğimiz bir yer; yalnızca yoksulluğun ve çaresizliğin izleri kalmıştır.'”
Dava açma alışkanlığı olan ve çiftçilerin kağıt masraflarına batıp gittiği bölgelerde ise şöyle derdi: “Bakın Queyras vadisinin bu iyi köylülerine. Orada üç bin kişi yaşıyor. Aman Tanrım! Tam bir küçük cumhuriyet gibi. Ne hakimi ne de icra memuru var. Belediye başkanı her şeyi yürütüyor. Vergiyi paylaştırıyor, herkesin durumuna göre adaletle yükümlülük çıkarıyor, anlaşmazlıkları ücretsiz çözüyor, mirasları bir bedel almadan paylaştırıyor ve kararlar veriyor. Ona itaat ederler, çünkü o basit insanlar arasında adil bir adamdır.”
Okul öğretmeni bulamadığı köylerde yine Queyras’tan örnek vererek şöyle devam ederdi: “Biliyor musunuz, nasıl yapıyorlar?” derdi. “On iki ya da on beş hanelik küçük bir köy her zaman bir öğretmeni besleyemez. Bu yüzden vadideki tüm köylerde eğitim veren öğretmenleri var. Bu öğretmenler köy köy dolaşarak, biri burada sekiz gün, diğeri orada on gün kalarak ders verirler. Panayırlara da katılıyorlar; ben de onları orada gördüm. Şapka kenarında yazma kalemleriyle tanınırlar. Sadece okuma dersi verenlerin bir kalemi, okuma ve hesap dersi verenlerin iki kalemi, okuma, hesap ve Latince dersi verenlerin ise üç kalemi var. İşte, onlar gerçek bilginlerdir. Ama cehalet, ne utanç verici bir durum! Queyras halkı gibi yapın.”
Bu şekilde, ciddi ve babacan bir tavırla, örnekler bulmakta zorlandığında benzetmeler uydurarak, doğrudan hedefe yöneliyor, az sözle çok şey ifade ediyordu; bu, İsa’nın kendine has hitabetiydi; inandırıcı ve etkileyici bir üslupla konuşuyordu.
Çeviren : Cansu Porsuk