Ayrıcalıklı Bir Giriş
Montreuil-sur-Mer’in belediye başkanı, kendi farkında olmasa da, geniş bir şöhrete sahipti. Yedi yıldır, erdem dolu ünü yalnızca bu küçük kasabanın sınırlarını aşmakla kalmamış, tüm Boulonnais bölgesine yayılmış ve hatta çevredeki birkaç komşu departmana kadar ulaşmıştı. Siyah cam eşya sanayisini yeniden canlandırarak kasabaya yaptığı büyük hizmet bir yana, Montreuil-sur-Mer’in yüz kırk bir komününden hiçbiri onun iyiliklerine yabancı değildi. İhtiyaç duyulduğunda, diğer ilçelerin ekonomilerine de el uzatmış, onları yeniden hayat bulmaya teşvik etmişti. Öyle ki Boulogne’daki tül fabrikasına, Frévent’teki keten ipliği tesisine ve Boubers-sur-Canche’deki su gücüyle çalışan dokuma atölyesine sağladığı krediler hâlâ dilden dile dolaşıyordu. Artık her yerde onun adı, “M. Madeleine”, saygıyla anılıyordu. Arras ve Douai şehirleri, bu mütevazı kasabanın elde ettiği şansı ve onun belediye başkanını kıskanmaktan kendini alamıyordu.
Arras’ta ağır ceza mahkemesi oturumlarına başkanlık eden Douai Kraliyet Mahkemesi danışmanı da herkes gibi bu itibarlı ismi tanıyordu. Bir gün mahkeme salonundaki danışma odasına açılan kapıyı usulca aralayan mübaşir, başkanın sandalyesinin arkasına eğilerek bir kağıt uzattı. Kağıtta şu yazıyordu:
“Efendim, bu beyefendi duruşmaya katılmak istiyor.”
Başkan kağıdı derin bir saygıyla aldı, kısa bir süre düşündü ve üzerine hızlıca birkaç kelime yazdı. Sonra mübaşire geri uzatarak, “Buyur edin,” dedi.
Hikayemizin merkezindeki bu talihsiz adam, mübaşir tarafından kapıda bırakıldığı yerde düşüncelerine dalmış bekliyordu. Derken bir ses işitti:
“Efendim, lütfen bana eşlik eder misiniz?”
Az önce sırtını dönen mübaşir, şimdi ona yere kadar eğilerek selam veriyordu. Ardından bir kağıt uzattı. Adam, kağıdı açıp lambanın ışığında okudu:
“Ceza Mahkemesi Başkanı, M. Madeleine’e saygılarını sunar.”
Bu birkaç kelime, onun üzerinde garip ve buruk bir etki bırakmıştı. Kağıdı ellerinin arasında buruşturdu, fakat mübaşiri takip etmeye devam etti.
Kısa bir süre sonra, kendini ahşap kaplamalarla çevrili, ağırbaşlı bir havası olan bir odada buldu. Ortasında yeşil örtülü bir masa, masanın üzerinde iki mum duruyordu. Mübaşirin az önce fısıldadığı şu sözler hâlâ zihninde yankılanıyordu:
“Efendim, burası danışma odası. Şu pirinç tokmağı çevirirseniz, kendinizi mahkeme salonunda, başkanın sandalyesinin arkasında bulacaksınız.”
Bu sözler, az önce geçtiği dar koridorların ve karanlık merdivenlerin belirsiz gölgeleriyle birleşmiş, zihninde tuhaf bir karmaşa yaratmıştı.
Mübaşir gitmişti. Şimdi yalnızdı. Nihai an gelip çatmıştı. Düşüncelerini toparlamaya çalışıyor, fakat başaramıyordu. İnsanın en çok tutunmak istediği anda, zihnindeki tüm ipliklerin birdenbire koptuğu o garip durumdaydı. Hakimlerin kararlar aldığı, cezaların biçildiği bu sessiz ve ürkütücü odayı, kendisini bekleyen anı düşündükçe kayıtsız bir şaşkınlıkla inceliyordu. Duvarlara bakıyor, sonra kendisine, “Burası o oda,” diyordu. “Ve buradayım.”
Son yirmi dört saattir ağzına tek bir lokma koymamıştı. Arabada çektiği sarsıntılar bedenini yormuştu, ama bunu bile fark etmiyordu. Daha doğrusu, hiçbir şey hissetmemenin tuhaf bir ağırlığı vardı üzerinde.
Adam, duvarda asılı duran siyah çerçeveli bir yazıya doğru adım attı. Camla korunan bu yazı, Paris belediye başkanı ve bakan Jean-Nicolas Pache’ın eski bir mektubuydu. Tarih, muhtemelen bir hata sonucu, Cumhuriyet’in ikinci yılı olan 9 Haziran olarak yazılmıştı. Mektupta, Pache, Paris Komünü’ne ev hapsinde tutulan bakanlar ve milletvekillerinin bir listesini sunuyordu. Eğer o an bir tanık, onun yüzündeki ifadeyi inceleyebilseydi, bu mektubu derin bir dikkatle ve ilgiyle okuduğunu düşünebilirdi. Fakat aslında adam, farkında bile olmadan okuyordu. Düşünceleri başka bir yerdeydi; aklı, yalnızca Fantine ve Cosette’le meşguldü.
Bu dalgınlık içinde, bir an başını kaldırıp arkasını döndü. Bakışları, ceza mahkemesi salonundan kendisini ayıran kapının pirinç tokmağına takıldı. O an, bu kapının varlığını neredeyse unuttuğunu fark etti. İlk bakışta sakin görünen gözleri, tokmağa odaklandıkça sabitleşti. Ardından, yüzüne yavaş yavaş bir korku yerleşti. Saçlarının arasından ter damlaları süzülüyor, şakaklarından aşağı iniyordu.
Bir noktada, içinde hem isyan hem de teslimiyet barındıran, “Tanrı aşkına, beni buna zorlayan kim?” dercesine tarif edilmesi zor bir hareket yaptı. Sonra hızla döndü, içeri girdiği kapıya doğru yürüdü, kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Şimdi, kıvrımlarla dolu, dar bir koridordaydı. Koridor, loş bir ışıkla, hastane lambalarını andıran fenerlerle aydınlatılmıştı. Bir an durup soluklandı, kulak kabarttı. Ne arkasında ne de önünde bir ses vardı. Ama sanki görünmez bir kuvvet onu itiyormuş gibi, birden koşmaya başladı.
Koridorun dönemeçlerini birbiri ardına geçti. Sonunda durup tekrar dinledi. Etrafında hâlâ sessizlik ve karanlık vardı. Nefesi kesilmiş, titreyerek bir duvara yaslandı. Soğuk taş, alnındaki terle buluştuğunda bir an ürperdi. Tüm bedeni titrerken kendisini doğrultmaya çalıştı.
Bu yalnızlık ve karanlık içinde, soğuğun ötesinde bir titreme, belki korkunun ya da vicdan azabının bir yankısı vardı. Düşünceleri durmaksızın dönüyordu. Gece boyunca düşünmüş, gün boyunca düşünmüş ve şimdi zihninde yalnızca bir yankı kalmıştı: Ah, keşke!
Zaman, ağır aksak ilerlerken o, duvara yaslanmış bir hâlde, on beş dakika kadar durdu. Sonunda başını eğdi, derin bir iç çekişle kollarını yanlarına düşürdü ve geri dönmeye karar verdi. Adımları yavaş ve bitkindi. Kaçmaya çalışmıştı ama görünmeyen bir güç onu geri çekip bu koridora geri getirmiş gibiydi.
Danışma odasına yeniden girdi. Gözleri hemen kapının tokmağına kaydı. Yuvarlak ve parlak pirinç tokmak, ona bir yıldız gibi, ama korkutucu bir yıldız gibi parlıyordu. Tokmağı izlerken, yüzünde kararsızlık ve korku birbirine karıştı. Tokmağın gözleri üzerine dikilmiş bir kaplanın bakışları gibi olduğunu hissetti; bakışı, bu tokmaktan başka bir yere kayamıyordu.
Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Yavaş yavaş kapıya yaklaştı. Eğer dinleseydi, yan taraftaki mahkeme salonundan gelen hafif uğultuyu duyabilirdi. Ama o, yalnızca tokmağa odaklanmıştı; etrafında olup biten hiçbir şey ona ulaşmıyordu.
Birdenbire, nasıl olduğunu anlamadan, kendisini kapının yanında buldu. Titreyen elleriyle tokmağı kavradı. Kapı, hafif bir gıcırtıyla açıldı.
Artık mahkeme salonundaydı.