Onun nezaketini görmezden gelemezdim; öyle davranmak da istemezdim.
“Eğer elimden gelirse, sizi eğlendirmeye hazırım efendim, hem de gerçekten isterim,” dedim. “Ama ben bir konu açamam; çünkü sizi neyin ilgilendireceğini nereden bilebilirim? Bana sorular sorun, ben de elimden geldiğince yanıtlamaya çalışayım.”
“O halde önce şunu söyleyin,” dedi. “Benim biraz dik başlı, sert, hatta zaman zaman fazla istekli davranmaya hakkım olduğunu kabul ediyor musunuz? Neden mi? Çünkü ben sizin babanız yaşındayım; nice milletlerden, türlü insanlarla pek çok deneyim yaşadım, dünyanın yarısını dolaştım; oysa siz, hep aynı evin içinde, sınırlı bir çevrede sessiz sakin bir hayat sürdünüz.”
“İstediğiniz gibi davranabilirsiniz, efendim.”
“Bu bir cevap değil; hatta oldukça can sıkıcı, çünkü kaçamak bir yanıt. Net konuşun.”
“Bence, efendim,” dedim açıkça, “sırf benden yaşça büyük olduğunuz ya da benden daha fazla yer görüp insan tanıdığınız için bana hükmetme hakkınız yok. Üstünlük, insanın zamanını ve deneyimlerini nasıl değerlendirdiğine bağlıdır.”
“Hıh! Ne de açık konuştunuz,” dedi. “Ama bunu kabul edemem; bana uymaz çünkü. Zira ben, her iki avantajımı da pek parlak kullanmış sayılmam, hatta çoğu zaman kötüye harcadım. O halde üstünlük meselesini bir yana bırakalım; yine de, arada bir size sözümü dinletmem gerektiğinde, ses tonum sert olsa da alınmamayı kabul edersiniz herhalde, değil mi?”
Gülümsedim. İçimden, “Bay Rochester gerçekten garip biri,” diye geçirdim. “Demek bana yılda otuz pound maaş ödediğini unutabiliyor.”
“Gülümsemeniz hoş,” dedi, o anlık ifadeyi hemen yakalamıştı. “Ama biraz da sesli konuşun.”
“Şunu düşünüyordum, efendim; pek az işveren, maaşla çalışan birine emir verirken onun gönlü kırılır mı, alınır mı, diye kafa yorar.”
“Maaşla çalışanlar ha! Ne! Sen benim maaşlı çalışanım mısın? Hah, doğru ya, o maaş meselesini unutmuşum. Peki, o zaman; şu basit gerekçeyle, bana arada bir söylenme hakkı tanır mısın?”
“Hayır efendim, bu nedenle asla. Ama siz bunu unuttuğunuz ve bir çalışanın rahat edip etmediğini önemsediğiniz için, gönülden kabul edebilirim.”
“Peki, bana şu alışılmış süslü laflardan, kibar görünme çabalarından vazgeçme hakkını da verir misin? Üstelik, bunu kabalık saymadan?”
“Eminim, efendim, ben içtenliği kabalıkla asla karıştırmam. Samimi konuşmalar bana genelde hoş gelir; ama kabalığa… onu hiçbir onurlu insan, maaş için bile olsa, katlanmaz.”
“Saçmalık! Çoğu insan, maaş için her şeye katlanır. O yüzden, böyle genellemelerden uzak dur; çünkü bu konuda pek bir bilgin yok. Yine de, yanıtın yanlış bile olsa, içimden sana el uzatıyorum; hem cevabın içeriği hem de onu söyleyiş biçimin için. Söyleyişin dürüst ve açıktı; insan böyle bir içtenliği nadiren görür. Aksine, çoğu zaman ya yapmacıklıkla, ya soğuk bir tavırla, ya da insanın ne demek istediğini hiç anlamayan kaba bir tavırla karşılaşırız. Üç bin genç mürebbiyeden üçü bile bana senin verdiğin cevabı veremezdi. Ama yanlış anlama, seni pohpohlamak niyetinde değilim. Eğer diğerlerinden farklı bir yapın varsa, bu senin başarın değil; doğanın işi. Kaldı ki, belki de acele ediyorum; kim bilir, belki sen de diğerlerinden farksızsındır; az sayıdaki iyi yönünü gölgede bırakacak kusurların da olabilir.”