Bay Rochester bu meseleyi bana daha sonra açıklamıştı. Bir öğleden sonra, Adèle’le birlikte bahçede gezinirken karşımıza çıktı. Adèle, Pilot’la oynarken bir yandan da tüy topunu sektiriyordu. O da beni, Adèle’in gözünün önünden ayrılmayacağımız bir mesafede, uzun kayın ağaçlarıyla çevrili yolda yürümeye davet etti.
İşte o zaman bana Adèle’in, bir zamanlar büyük bir tutkuyla bağlandığı Fransız bir opera dansçısı olan Céline Varens’in kızı olduğunu anlattı. O vakitler Céline de ona aynı tutkuyla karşılık vermiş. Bay Rochester, kendisini çirkin bulmasına rağmen, onun gözünde adeta bir put olduğunu düşünüyormuş. Hatta kendi deyimiyle, Céline’in onun “atletik yapısını” Apollo heykelinin zarafetine tercih ettiğine inanmış.
“Ve Miss Eyre,” dedi, “bu Fransız peri kızının Britanyalı cücesine gösterdiği ilgi o kadar hoşuma gitmişti ki, onu bir otele yerleştirdim, hizmetçiler tuttum, faytonlar, kaşmir şallar, elmaslar, danteller, aklınıza ne gelirse hepsini sundum. Kısacası, kendimi mahvetmeye başladım, hem de herkesin yaptığı o bilindik yoldan. Meğer, utanç ve yıkıma giden yolda özgün bir yöntem bulacak kadar yaratıcı biri değilmişim; ben de aptalca, o ezberlenmiş patikada bir adım bile sapmadan yürüdüm. Ve elbette, sonunda diğer tüm saf âşıklar gibi ben de hak ettiğim sona ulaştım.
Bir akşam, Céline’in beni beklemediği bir saatte evine uğradım. Evde yoktu. Hava oldukça sıcaktı, ben de Paris sokaklarında dolaşmaktan iyice yorulmuştum. O yüzden buduarında oturup, daha kısa süre önce orada bulunmuş olmasının bıraktığı havayı solumaya karar verdim. Gerçi, abartmayayım; onun varlığına hiçbir zaman kutsal bir anlam yüklemedim. Daha çok, geride bıraktığı misk ve amber kokusu vardı ortalıkta; manevi bir hava değil, ağır bir parfüm kokusu yani. Tam da sera çiçeklerinin ve türlü parfümlerin boğucu kokusunda bayılacak gibi olmuştum ki, pencereyi açıp balkona çıkmaya karar verdim. Hava serin ve sakindi; ay ışığı ve sokak lambaları ortalığı aydınlatıyordu. Balkonda birkaç sandalye vardı; birine oturup bir puro çıkardım—şimdi de bir tane yakacağım, izninizle.”
Burada kısa bir sessizlik oldu; cebinden çıkardığı purosunu yaktı, dumanı havaya savurduktan sonra anlatmaya devam etti:
“O zamanlar şekerlemeleri de çok severdim, Miss Eyre. (Şu kaba tabiri mazur görün.) Çikolatalı drajeleri ağzıma atıp bir yandan sigaramı tüttürüyor, bir yandan da opera binasına doğru giden şatafatlı arabaları izliyordum. Derken, ışıl ışıl gece manzarasında, İngiliz atlarının çektiği o şık kapalı fayton göründü. Hemen tanıdım; bu, Céline’e hediye ettiğim arabaydı. Dönüyordu elbette. Kalbim hızla atmaya başladı, dayandığım balkonun demir korkulukları bile sanki o ritmi hissediyordu. Fayton otelin önünde durdu. Her şey tam da tahmin ettiğim gibi ilerliyordu. Aşkım—evet, tam anlamıyla opera aşkı işte—arabadan indi. Üzerinde kalın bir pelerin vardı; sıcak bir Haziran gecesinde fazlasıyla gereksiz bir yük ama onu hemen tanıdım. Elbisesinin eteğinden görünen o zarif ayağıyla arabadan neşeyle atlayıverdi. Balkondan eğilip, tam da ‘Mon ange’ (meleğim) diye fısıldamaya hazırlanıyordum—tabii ki sadece aşkın duyabileceği bir tonda—ki o sırada arabadan başka bir siluet daha indi. O da pelerinliydi; ama bu kez kaldırımda yankılanan mahmuz sesi ve şapkanın gölgesi, onun bir adam olduğunu hemen belli etti.”