“Ah! O halde kısa kesmeliyim. Pencereyi açıp içeri daldım; Celine’i korumam altından azat ettim; oteli terk etmesi için kendisine ihtar verdim; acil ihtiyaçlarını karşılaması için bir kese para teklif ettim; çığlıklarını, sinir krizlerini, yakarışlarını, yeminlerini, bayılmalarını umursamadım. Vikontla Bois de Boulogne’da bir randevu kararlaştırdım. Ertesi sabah kendisiyle karşılaşma şerefine nail oldum; zavallının zayıf, tavuk kanadı kadar güçsüz koluna bir kurşun bıraktım ve artık bu alemin tümüyle işimin bittiğini sandım. Ne yazık ki Varens, altı ay kadar önce bana şu küçük kız çocuğunu—Adèle’i—vermişti. Onun iddiasına göre, çocuk bendendi; belki de öyledir, ama bu korkunç babalığa dair yüzünde hiçbir iz görmüyorum: Pilot bana daha çok benziyor. Annesiyle ilişkimi kestikten birkaç yıl sonra, kadın çocuğunu terk etti ve bir müzisyen ya da şarkıcıyla İtalya’ya kaçtı. Adèle’in bana doğal bir hakkı olduğunu hiçbir zaman kabul etmedim, şimdi de etmiyorum; çünkü ben onun babası değilim. Fakat zavallı kızın tümüyle çaresiz kaldığını duyunca, onu Paris’in çamurundan ve sefilliğinden çekip çıkardım; temiz bir toprağa, İngiliz kırsalının sağlıklı bahçesine ektim ki tertemiz büyüsün. Bayan Fairfax, onu eğitmesi için sizi buldu; ama şimdi, onun Fransız bir opera dansçısının gayrimeşru çocuğu olduğunu öğrendiğinize göre, muhtemelen bu görev ve himaye hakkındaki fikriniz değişecektir. Bir gün çıkıp gelip bana, başka bir iş bulduğunuzu, yeni bir mürebbiye aramamı rica ettiğinizi falan söyleyeceksiniz, öyle değil mi?”
“Hayır! Ne Adèle annesinin hatalarından sorumludur, ne de sizinkilerden. Ona karşı bir sevgim var. Şimdi, onun bir anlamda kimsesiz olduğunu—annesinin onu yüzüstü bırakıp gittiğini ve sizin de onu sahiplenmediğinizi—öğrendiğime göre, ona daha da sıkı sarılacağım. Zengin bir ailenin şımarık evladını mı tercih edeyim yani? Mürebbiyesini bir yük gibi gören bir çocuğu mu? Yoksa yalnız, kimsesiz, arkadaşını kendinde bulan minicik bir öksüzü mü?”
“Ah, siz olaya bu açıdan bakıyorsunuz demek! Peki, artık içeri dönmeliyim; siz de öyle. Hava kararıyor.”
Ama ben birkaç dakika daha dışarıda kaldım; Adèle ve Pilot’la küçük bir yarış yaptım, sonra da onunla badminton oynadım. İçeri geçtiğimizde, şapkasını ve paltosunu çıkardım, onu kucağıma aldım; bir saat kadar orada kaldı. Dilediğince konuşmasına izin verdim; hatta ilgiden dolayı zaman zaman içine düştüğü küçük şımarıklıkları ve önemsiz taşkınlıkları bile azarlamadım—ki bunlar muhtemelen annesinden miras kalan, yüzeysel bir karakterin izlerini taşıyordu ve bir İngiliz zihniyetine pek de uygun düşmezdi. Yine de bazı meziyetleri vardı ve ben de onda iyi olan her şeyi elimden geldiğince takdir etmeye hazırdım. Yüzünde ve ifadelerinde Bay Rochester’a dair bir benzerlik aradım; ama hiçbir iz bulamadım: ne bir mimik, ne bir ifade, ne de bir duruş… Akrabalığı gösteren hiçbir şey yoktu. Ne yazık! Keşke ona benzediği ispatlanabilseydi—Bay Rochester muhtemelen o zaman kızı daha çok umursardı.