Gözlerimi açtığımda, içimde korkutucu bir boşluk vardı; sanki büyük bir kabus görmüştüm. Gözlerim, önümdeki kalın siyah çizgilerle bölünmüş, korkunç bir kızıllığın titrediğini fark etti. Uzaklardan gelen boğuk sesler, rüzgarın ya da suyun uğultusunun arasında kaybolmuş gibiydi. İçimi saran belirsizlik ve korku, zihnimi adeta bulanıklaştırıyordu.
Bir süre sonra, beni yavaşça oturtan birinin ellerini hissettim. İlk kez bu kadar nazikçe kaldırıldığımı hissettim. Başımı bir yastığa yasladım, sıcak bir kolun beni sardığını hissettim ve bir anda huzuru buldum.
Bir kaç dakika içinde, zihnimdeki sis dağıldı. Kendi yatağımda olduğumu fark ettim ve o kızıl parıltının, kreşin şöminesinden geldiğini gördüm. Geceydi. Masanın üzerinde bir mum yanıyordu. Ayakucumda bir tas tutan Bessie duruyordu. Yastığımın hemen yanında ise bir adam oturmuş, başını eğerek bana bakıyordu.
Beni en çok rahatlatan şey, odada bir yabancının bulunmasıydı. Yani, Gateshead’den olmayan ve Bayan Reed’le hiçbir bağı bulunmayan birinin varlığıydı. Gözlerim Bessie’ye kaydı; onu görmek, Abbot’tan çok daha katlanılabilirdi ama asıl ilgimi çeken adamın yüzüydü. Onu tanıyordum: Bay Lloyd’dı bu. Bayan Reed, hizmetçiler hasta olduğunda onu çağırır, kendisi ve çocukları içinse her zaman bir doktor getirtilirdi.
“Yine de, ben kimim?” diye sordu Bay Lloyd.
İsmini söyledim ve aynı anda elimi uzattım. Gülümseyerek elimi sıkıp, “Zamanla toparlanacaksın,” dedi. Ardından, beni nazikçe tekrar yerine yatırdı ve Bessie’ye gece boyunca rahatsız edilmememi söyledi. Birkaç talimat verdikten sonra, ertesi gün tekrar geleceğini belirtti ve odadan ayrıldı. Gidişi içimi derin bir hüzünle doldurdu; o sandalyesinde otururken kendimi güvende ve korunaklı hissediyordum. Kapı kapandığında ise oda kararmış ve içime tarifsiz bir yalnızlık çökmüştü.
“Uyuyabilecek misiniz, küçük hanım?” diye sordu Bessie, alışılmadık bir yumuşaklıkla.
Yanıt vermek için bir an tereddüt ettim, ama sonunda “Deneyeceğim,” dedim, kısık bir sesle.
“Bir şeyler içmek ister misiniz? Ya da belki bir şeyler yiyebilirsiniz?”
“Hayır, teşekkür ederim Bessie.”
“O hâlde ben yatmaya gidiyorum, saat on ikiyi geçti. Ama gece bir şeye ihtiyacınız olursa, beni çağırabilirsiniz.”
Bessie’nin bana gösterdiği bu beklenmedik nezaket, cesaretimi toplama konusunda bana yardımcı oldu ve bir soru sormaya karar verdim.
“Bessie, benim neyim var? Hasta mıyım?”
“Kırmızı odada ağlamaktan fenalaştın herhâlde; ama merak etme, yakında iyileşirsin,” diye yanıtladı Bessie.
Bessie, evin hizmetçileriyle kaldığı odaya geçti. Onun Sarah’a fısıldayarak, “Gel, bu gece kreşte benimle uyu,” dediğini duydum. “O zavallı çocukla yalnız kalamam, ya ölürse? Çok tuhaf, böyle bir nöbet geçirmesi… Acaba bir şey mi gördü? Hanımefendi biraz fazla sertti.”
Sarah, Bessie’nin yanına gidip, ikisi birlikte geri döndüler. Yataklarına girdiler ama uyumadan önce uzun süre fısıldaştılar. Konuşmalarından birkaç kelimeyi yakalayabiliyordum ve ne söylediklerinden konuştuklarını fazlasıyla net bir şekilde anlayabiliyordum.
“Yanından biri geçti, beyazlar içinde, sonra birden kayboldu…” “Peşinden kocaman, siyah bir köpek vardı…” “Odanın kapısında üç kez yüksek sesle vuruldu…” “Mezarı üzerinde, kilise bahçesinde bir ışık parladı…”
Sonunda, ikisi de uyudu, mum ve şömine sönmüştü. Ama ben… Ben geceyi uyanık geçirdim, içimdeki tarifsiz korku her saniyeyi daha da zor hale getiriyordu.
Kırmızı odadaki o olayın ardından uzun bir hastalık geçirmedim ama sinirlerime öyle bir darbe vurdu ki, yankıları hâlâ içimde çınlıyor. Evet, Bayan Reed, sana ruhumun derin yaralarını borçluyum; fakat seni affetmeliyim çünkü ne yaptığını bilmiyordun. Kalbimi parçalayarak sadece kötü huylarımı söküp atmaya çalıştığını sanıyordun.
Ertesi gün öğlene doğru giyinmiş, kreşin şöminesinin başına oturmuştum. Fiziksel olarak yorgundum ama beni asıl perişan eden şey, içimdeki o anlatılamaz hüzündü. Gözyaşlarım bir bir dökülüyordu; yanağımdan bir damlayı siler silmez bir diğeri izliyordu. Oysa mutlu olmam gerekirdi: Reed’ler gitmişti, anneleriyle arabalarına binip dışarı çıkmışlardı. Abbot başka bir odada dikiş dikiyordu. Bessie ise etrafta dolaşıp oyuncakları topluyor, çekmeceleri düzenliyor ve bana arada bir beklenmedik bir nezaketle hitap ediyordu. Ama içimde öyle bir karmaşa vardı ki, ne huzur beni yatıştırabiliyor ne de küçük mutluluklar beni neşelendirebiliyordu.
Bir süre sonra, Bessie mutfaktan bir tabakla döndü. Üzerinde cennet kuşları ve sarmaşık çiçekleri olan bu tabak, her zaman beni büyülemişti. Onu görmek için defalarca izin istemiş, ama dokunmama hiçbir zaman izin verilmemişti. Şimdi ise, üzerindeki tatlıyla birlikte kucağıma konulmuştu. Ama neye yarar? Tüm geç kalmış lütuflar gibi, bu da çok geç gelmişti! Ne tatlıyı yiyebildim ne de tabağın renkleri bana eskisi gibi parlak göründü. İkisini de kenara koydum.
Bessie bana bir kitap ister misiniz diye sordu. “Kitap” kelimesi içimde bir kıpırtı uyandırdı ve ona kütüphaneden Gulliver’in Gezileri’ni getirmesini rica ettim. Bu kitabı defalarca okumuş, her defasında büyülenmiştim. Masalların ötesinde, bir gerçekler anlatısı gibi gelirdi bana. Ama şimdi, kitabın sayfalarını çevirirken, o eski büyünün yerini garip bir kasvet almıştı. Devler korkunç yaratıklara, minik insanlar ise hain cücelere dönüşmüştü. Gulliver ise, yalnızlığın en keskin hâlini yaşayan zavallı bir gezgindi. Sayfaları kapattım, artık daha fazla bakmaya cesaret edemeyerek kitabı yanı başıma koydum.
Bessie o sırada bir şarkı mırıldanıyordu:
“Zamanında çingenelerle gezerdik,
Ne kadar da uzun zaman oldu…”
Bu şarkıyı daha önce her duyduğumda içimi bir sevinç kaplardı. Ama şimdi, aynı melodide tarif edilemez bir hüzün vardı.
Sonra başka bir şarkıya geçti; bu sefer gerçekten de iç karartıcı bir ezgiydi…