Laffitte’e emanet edilmişti.
Yine de, o ilk günkü kadar sade ve mütevazı bir insan olarak kalmayı başarmıştı. Griye çalan saçları, derin bir ciddiyet taşıyan bakışları vardı. Teninin bronzluğu bir işçiye, yüzündeki derin çizgiler ise düşüncelere dalmış bir filozofa aitti. Üzerinde genellikle geniş kenarlı bir şapka ve çenesine kadar iliklenmiş, kalın kumaştan yapılmış uzun bir redingot bulunurdu. Belediye başkanlığı görevlerini titizlikle yerine getiriyordu, ancak bunun dışında son derece yalnız bir yaşam sürüyordu.
Konuşmayı pek sevmezdi; az ve öz konuşur, nezaket gösterilerinden özenle kaçınırdı. Karşılaştıklarına yalnızca kısa bir yan bakışla selam verir, hızla oradan uzaklaşırdı. Sözcüklerden kaçmak için gülümser, gülümsememek için bağış yapardı. Kadınlar hakkında, “Ne iyi kalpli bir ayı!” diye konuşurlardı. En büyük zevki, tarlalarda gezinmekti.
Yemeklerini her zaman tek başına, önünde açık bir kitapla yerdi. Küçük ama düzenli bir kütüphanesi vardı ve kitapları severdi; çünkü kitaplar, insanı yargılamayan, soğuk ama sadık dostlardır. Zamanla, servetiyle birlikte boş vakti de artmıştı ve o, bu zamanı zihnini geliştirmek için kullanıyordu. Montreuil-sur-mer’de yaşadığı yıllar boyunca, dilinin her geçen yıl daha düzgün, daha zarif ve daha nezaket dolu bir hale geldiği fark ediliyordu.
Gezintilerinde yanında sık sık bir tüfek taşısa da, onu nadiren kullanırdı. Ancak şans eseri kullandığında bile şaşırtıcı bir isabetle nişan alırdı. Buna rağmen hiçbir zaman zararsız bir hayvana zarar vermezdi; küçük bir kuşa bile ateş etmezdi.
Genç değildi, ancak hâlâ olağanüstü bir fiziksel güce sahip olduğu anlatılırdı. İhtiyacı olan herkese yardım elini uzatır, yere düşmüş bir atı kaldırır, çamura saplanmış bir tekerleği iter, hatta kaçmış bir boğayı boynuzlarından yakalardı. Evden çıkarken cepleri parayla dolup taşar, ancak geri döndüğünde ceplerinin tamamı boş olurdu. Bir köyden geçtiğinde, peşine takılan üstü başı yırtık çocuklar neşeyle arkasından koşar ve etrafında adeta bir sinek sürüsü gibi dolanırlardı.
Eskiden kırsalda yaşamış olduğu düşünülüyordu; çünkü köylülere pek çok faydalı sırrı öğretiyordu. Tahıl ambarlarını tuzlu suyla serperek ya da döşeme aralıklarına su dökerek buğday bitini nasıl yok edeceklerini gösterirdi. Duvarlara ve çatılara çiçekli şakayıklardan asarak böcekleri uzaklaştırmayı öğretirdi. Tarlaları yabani otlardan temizlemek için pek çok “reçetesi” vardı: şeker otu, çöpleme, fiğ ve köpek kuyruğu gibi buğdaya zarar veren otlarla nasıl başa çıkılacağını bilirdi. Farelerden korunan bir tavşan çiftliğini, yalnızca Barbar domuzlarından birini yuvalığa koyarak savunabileceğini söylerdi.
Bir gün, köylülerin ısırgan otlarını söküp attıklarını gördü. Köklerinden sökülüp kurumuş olan bu yığınlara bakarken duraksadı ve şöyle dedi:
– Ölü. Ama nasıl kullanılacağını bilseydiniz, bunun ne kadar değerli bir şey olduğunu anlardınız. Isırgan, gençken yapraklarıyla mükemmel bir sebzedir; yaşlandığında ise keten ve kenevir gibi lifler ve iplikçikler barındırır. Isırgandan yapılan bez, keten bezinden aşağı kalmaz. Doğranmış hali kümes hayvanları için, ezilmiş hali ise büyükbaş hayvanlar için çok faydalıdır. Tohumu, yemle karıştırıldığında hayvanların tüylerine parlaklık kazandırır; kökü tuzla karıştırıldığında ise güzel bir sarı renk verir. Üstelik yılda iki kez biçilebilen harika bir otlak bitkisidir. Isırgan çok az şey ister: biraz toprak ve neredeyse hiç bakım gerektirmez. Sadece, tohumu olgunlaştığında dökülür ve toplaması zorlaşır. Hepsi bu. Eğer biraz çaba gösterilseydi, ısırganın faydalı olabileceği görülürdü; ama ihmal edildiğinde zararlı hale gelir. İşte o zaman yok edilir. Aslında ne çok insan da tıpkı ısırgan otuna benzer! – Bir an sustu, sonra ekledi:
– Dostlarım, unutmayın, kötü ot ya da kötü insan yoktur; yalnızca kötü çiftçiler vardır.
Çocuklar onu, saman ve hindistancevizi kabuğundan yaptığı şirin küçük el işleri yüzünden severdi.
Bir kilisenin kapısını siyah örtülerle kaplı gördüğünde içeri girerdi. Başkalarının bir vaftizi aradığı gibi, o bir cenazeyi arardı. Dul kalanların ve talihsizlerin acısına duyduğu ilgi, onun yumuşacık kalbinden kaynaklanıyordu. Yas tutan dostların, siyahlar içindeki ailelerin ve tabutun çevresinde ağıt yakan rahiplerin arasına karışırdı. Bu cenaze ilahilerinin, öteki dünyanın hayalini taşıyan hüzünlü sözlerini düşüncelerine konu etmekten hoşlanırdı. Gözü gökyüzüne çevrili, ölümün karanlık uçurumunun kenarında söylenen bu ağıtları, sonsuzluğun sırlarına özlemle dinlerdi.
Yaptığı iyilikleri, kötü işler yapıyormuş gibi gizlice yapardı. Akşam karanlığında, kimseye fark ettirmeden evlere girer, sessizce merdivenlerden çıkardı. Zavallı bir adam, döndüğünde kapısının ardına kadar açık olduğunu görüp şaşkınlıkla “Bir hırsız girmiş!” derdi. Ama içeri girdiğinde, mobilyanın üzerinde bırakılmış altın bir para bulurdu. O “hırsız” aslında Mösyö Madeleine’di.
Nazik ama derin bir hüzün taşıyan bir insandı. Halk arasında onun için, “Bakın, kibirli görünmeyen bir zengin! Mutlu görünmeyen bir mutlu adam!” denirdi.
Bazıları onun gizemli biri olduğunu düşünüyordu. Söylenenlere göre, odasına kimse giremezdi ve burası bir keşişin hücresi gibi mistik sembollerle doluydu: kanatlı kum saatleri, çapraz kemikler ve kuru kafalar… Bu söylentiler o kadar yayıldı ki, Montreuil-sur-mer’in alaycı birkaç genç kadını bir gün yanına gelip, “Sayın Belediye Başkanımız, lütfen bize odanızı gösterin. Duyduğumuza göre orası bir mağaraymış,” dediler. Madeleine gülümseyerek onları odasına götürdü. Ancak meraklarının bedelini ağır ödediler; çünkü oda, sıradan maun mobilyalarla döşenmiş ve duvarları ucuz bir duvar kağıdıyla kaplanmış basit bir yerdi. Gözlerine çarpan tek şey, şöminenin üzerinde duran, gümüştenmiş gibi görünen iki eski şamdandı. Küçük bir şehrin sıradan gözlemleri işte…
Yine de söylentiler dinmedi. Onun odasının bir keşiş mağarası, bir mezar ya da bir çukur olduğu inancı devam etti.
Bir de Mösyö Madeleine’in Laffitte bankasında “muazzam” bir serveti olduğu konuşuluyordu. Dedikodular, bir sabah bankaya gidip bir makbuz imzalayarak iki ya da üç milyon frank’ını on dakika içinde çekebileceğini söylüyordu. Ancak gerçekte bu “iki ya da üç milyon” sadece altı yüz otuz ya da kırk bin frangı geçmiyordu.
Çevirmen : Cansu Porsuk