Umutsuzluğun Derinlikleri
Haydi bunu ifade etmeye çalışalım.
Toplum, kendi elleriyle yarattığı bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda. Çünkü böylesi şeyler onun eseridir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, o bir cahildi; ama aptal değildi. İçinde yanıp duran bir ışık, karanlıkla boğuşan bir parıltı vardı. O ışık, felaketin kendine has aydınlığıyla daha da parladı. Dayakların acısıyla, zincirlerin ağırlığıyla, zindanların kasvetinde, bitmek bilmeyen işkencelerde, ceza kampının yakıcı güneşi altında, tahtadan yapılmış mahkûm yataklarında kendine döndü ve düşünmeye başladı.
Kendi içinde bir mahkeme kurdu.
Yargılamaya ise kendisinden başladı.
Masum olmadığını kabul etti. Cezasının haksız yere verilmediğini, aslında hak ettiğini düşündü. Yaptığının uç bir davranış, affedilmesi zor bir hata olduğunu fark etti. Belki de o ekmeği çalmak yerine isteseydi, reddedilmeyecekti; ya da beklemek ve sabretmek daha doğru olurdu. Elbette, aç bir insanın sabretmesi zordur, ama bu asla kabul edilebilir bir mazeret değildir. Açlıktan ölen birinin gerçekten nadir görüldüğünü düşündü. Çünkü insan bedeni, hem talihsiz bir yazgıyla hem de bir mucize gibi, uzun süre dayanabilir, acı çeker ama hayatta kalır. Sabretmesi gerektiğini, bunun yalnızca kendisi için değil, zavallı çocukları için de daha iyi olacağını anladı. Toplumun yükünü omuzlayıp öfkeyle sarsmanın bir çılgınlık olduğunu kabul etti. Ve sefaletin içinden çıkmak için hırsızlığı bir çare olarak görmenin yanlış olduğunu fark etti. Çünkü sefaletin kapısını açmak için, rezilliğin kapısından geçmek en kötü tercihti. Nihayetinde, hatalıydı.
Sonra kendine şu soruyu sordu:
Bu talihsiz hikâyede tek hata yapan kişi kendisi miydi?
Öncelikle, çalışkan bir insanın iş bulamaması, ekmeğinden mahrum kalması başlı başına bir trajedi değil miydi? Ve işlediği suç karşılığında aldığı cezanın vahşi bir aşırılık taşıyıp taşımadığını düşündü. Kanunun cezayı uygulayışında, suçtan daha büyük bir taşkınlık, bir dengesizlik var mıydı? Adalet terazisinin kefeleri doğru mu ayarlanmıştı? Cezanın ağırlığı, suçun izlerini silmek yerine daha da mı büyütüyordu? Bir hatayı cezalandırmak, onu daha derin bir yanlışla değiştirmek anlamına mı geliyordu? Suçluyu bir kurban, borçluyu bir alacaklı haline mi getiriyordu? Ve sonunda, hakkı gasp edenin yanına mı bırakıyordu?
Bu ceza, kaçma girişimleri nedeniyle sürekli ağırlaşıp güçlünün zayıfa karşı uyguladığı bir zulme dönüşüyor muydu? Toplumun, birey üzerinde her gün yeniden işlediği ve on dokuz yıl boyunca devam eden bir suç haline geliyor muydu?
Kendi kendine sordu: İnsan toplumu, bireylerine böyle şeyler yapma hakkına sahip miydi? Bir yandan öngörüsüzlüğünün bedelini dayatırken, diğer yandan acımasız bir kararlılıkla insanları işsizlik ile cezanın aşırılığı arasında sıkıştırmaya hakkı var mıydı? Toplum, tesadüflerin en kötü sonuçlarına mahkûm ettiği ve bu nedenle en çok merhameti hak eden üyelerine bu kadar zalimce davranabilir miydi?
Bu soruları sordu ve yanıtladı. Toplumu yargıladı, sonra da mahkûm etti.
Ama bunu nefretle yapmadı.
Toplumu sorumlu tuttu ve kendi kendine şunu dedi: Bir gün, belki bu hesabı sormaktan geri durmayacak.
Verdiği zarar ile kendisine verilen zarar arasında bir denge olmadığını da itiraf etti. Ve sonunda şu sonuca vardı: Cezası, tam anlamıyla bir adaletsizlik olmasa bile, kesinlikle bir haksızlıktı.
Öfke çılgın ve mantıksız olabilir; bazen haksız yere bile öfke duyabilir insan. Ama derinlerde haklı bir sebep yoksa, gerçek bir öfke hissi filizlenemez. Jean Valjean, içinde haklı bir öfke taşıyordu. Toplumun ona sadece kötülük yaptığını düşünüyordu. İnsan toplumundan gördüğü tek yüz, “adalet” dedikleri o soğuk ve öfkeli maskeydi; yalnızca cezalandırmak için gösterdikleri yüz. İnsanların ona dokunuşları hep acı vericiydi. Onlarla her teması bir yara, her karşılaşması bir darbe olmuştu.
Çocukluğundan beri, annesinden ve kız kardeşinden başka kimse ona dostça bir söz söylememiş, şefkat dolu bir bakışla yüzüne bakmamıştı. Acılar içinde savrulup dururken, hayatın aslında bir savaş olduğunu fark etti. Bu savaşta o, kaybedendi. Elinde yalnızca bir silahı vardı: nefret. Bu nefretin, zindanın işkenceleriyle daha da bilenmesini ve oradan ayrılırken yanında taşıyacağı tek şey olmasını istiyordu.
Toulon’da mahkûmlar için açılmış bir okul vardı. Yönetim bu okulu, Ignorantin adlı rahiplerin eline bırakmıştı. Jean Valjean, öğrenmeye istekli olan mahkûmlar arasına katıldı. Kırk yaşında okula gitti; okumayı, yazmayı ve hesap yapmayı öğrendi. Ancak zihnini güçlendirmek, onun için nefreti de güçlendirmek anlamına geliyordu. Bilginin ve aydınlanmanın bazen kötülüğe de hizmet edebileceğini düşündü.
Bu gerçekten trajikti. Çünkü toplumu yargılayıp mahkûm ettikten sonra, şimdi de toplumu yaratan ilahi iradeyi yargıladı. Ve onu da mahkûm etti.
Böylece, bu on dokuz yıl süren işkence ve kölelik, Jean Valjean’ın ruhunu hem yükseltti hem de alçalttı. Işık ve karanlık, aynı anda yüreğini doldurdu.
Jean Valjean, daha önce de gördüğümüz gibi, kötü bir yaradılışa sahip değildi. Cezaevine girdiğinde hâlâ iyilik dolu bir insandı. Orada toplumu mahkûm etti ve kötüleştiğini hissetti. İlahi iradeyi mahkûm etti ve dinsizleştiğini hissetti.
Bu noktada durup düşünmemek elde değil:
Bir insanın doğası tamamen değişebilir mi? Tanrı’nın iyi olarak yarattığı bir ruh, başka insanların elinde kötüleşebilir mi? Kader, bir ruhu baştan yaratıp, acılarla yoğurarak onu çirkinleştirebilir mi? Tıpkı alçak bir kemerin omurgayı eğip bükmesi gibi, bir ruh da orantısız bir felaketin baskısıyla onulmaz sakatlıklar ve karanlıklar edinebilir mi? Yoksa her ruhun derinlerinde, özellikle de Jean Valjean’ın ruhunda, bozulmaz bir ilahi kıvılcım mı gizlidir? Öyle bir kıvılcım ki, dünyada söndürülemez, öteki dünyada ise ölümsüzdür. İyilik bu kıvılcımı tutuşturup ışıldatabilir mi? Peki ya kötülük, onu tamamen söndürebilir mi?
Bunlar karanlık ve ürkütücü sorular.
Bu sorulardan sonuncusuna bir fizyolog, hiç tereddüt etmeden “Hayır,” derdi muhtemelen. O fizyolog, Toulon’da dinlenme saatlerinde Jean Valjean’ı, zincirinin ucunu cebine sıkıştırmış halde, karamsar bir ifadeyle bir vinç kirişine oturmuş düşünürken görseydi, böyle söylerdi. Çünkü bu adam, yasaların sürgünü olarak insanlara öfkeyle, uygarlığın lanetlisi olarak gökyüzüne ise sert ve ciddi bir ifadeyle bakıyordu.
Elbette, dürüst bir fizyolog, Jean Valjean’ın durumunda iyileştirilemez bir acı görürdü. Kanunun yarattığı bu hasta ruh için belki acırdı, ama onu tedavi etmeyi asla denemezdi. Jean Valjean’ın ruhundaki derin mağaralara göz atar ve dehşetle geri çekilirdi. Dante’nin cehennem kapısından yaptığı gibi, onun varoluşundan umut sözünü silerdi. Tanrı’nın her insanın alnına yazdığı o kelimeyi — Umut! — sonsuza dek oradan kazırdı.
Peki, Jean Valjean ruhunun bu karmaşık durumunu, bizim okurlara anlatmaya çalıştığımız kadar net bir şekilde anlayabiliyor muydu? İçinde bulunduğu ahlaki çöküşün tüm unsurlarını, bunlar şekillendikten sonra berrak bir biçimde kavrayabiliyor muydu? Ya da bu unsurlar oluşurken, onların her adımını izleyip fark edebilmiş miydi? Cahilliği ve kaba sabalığıyla bilinen Jean Valjean, düşüncelerindeki yükselişleri ve alçalışları, zihninde yıllardır karanlık bir ufuk gibi duran kasvetli manzaraları gerçekten idrak edebiliyor muydu?
Buna kesin bir yanıt vermek zor. Hatta diyebiliriz ki, bunu gerçekten anlamadığını düşünüyoruz. Jean Valjean’da, tüm yaşadıklarına rağmen, bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir belirsizlik hâlâ mevcuttu. Zaman zaman, ne hissettiğini veya neden hissettiğini bile anlamakta güçlük çekiyordu.
Jean Valjean karanlıktaydı. Bu karanlıkta acı çekiyordu. Bu karanlıkta nefret ediyordu. Ancak nefretini nereye yönelteceğini de tam olarak bilmiyordu. Nefreti, kendisinden öteye geçiyor ve belirsiz bir hedefe, önündeki bilinmeze doğru yöneliyordu. Hayatını genelde bu gölgeler içinde, bir kör gibi el yordamıyla, bir hayalperest gibi duygularının esiri olarak geçiriyordu. Ancak bazen, ansızın – ya kendi içinden ya da dış dünyadan gelen – bir öfke patlaması, dayanılmaz bir acı dalgası veya anlık bir farkındalık ışığı, ruhunun derinliklerini bir anda aydınlatıyordu.
Bu anlık parıltılar, ruhunun her köşesini ve hayatının her aşamasını korkunç bir ışık altında açığa çıkarıyordu. O ışık, kaderini çevreleyen uçurumları, karanlık vadileri, hayatını bir türlü kurtulamadığı bir cehennem gibi gözler önüne seriyordu. Ancak bu tür bir farkındalık, Jean Valjean için kurtarıcı olmaktan çok, acılarını daha da dayanılmaz hale getiriyordu.
Şimşek gibi çakan bu aydınlanma, bir anlık parlayıp sönüyor, ardından gece tekrar çöküyordu. Ve Jean Valjean kendisini bir kez daha karanlığın içinde, nerede olduğunu bilmeden buluyordu.
Bu türden acılar – insanı uyuşturan, yavaş yavaş tüketen ve merhametsizce ezen acılar – bir insanı adım adım, farkına bile varmadan, vahşi bir hayvana dönüştürür. Bazen bu hayvan, tüm insanlığını kaybedip bir canavara dönüşebilir. Jean Valjean’ın zindandaki ardışık ve inatçı kaçış girişimleri, kanunun insan ruhu üzerinde yaptığı bu dönüşümün açık bir kanıtıdır.
Bu kaçış girişimleri, tamamen içgüdüseldir ve mantıktan yoksundur. Jean Valjean, fırsat bulduğu her anda, geçmişteki başarısızlıklarına veya yaşadığı korkunç cezalara aldırmaksızın, yine aynı çılgınlıkla kaçmaya çalışırdı. Açık bir kapı bulan bir kurt gibi, sadece içgüdüleriyle hareket ederdi. O anda mantığın sesi – “Dur! Kal!” diyen o sağduyu – tamamen susardı. Jean Valjean’ın tek duyduğu, içgüdüsünün emriydi: “Kaç!”
Yakalandığında ise, aldığı yeni cezalar yalnızca korkusunu ve nefreti artırır, başka hiçbir işe yaramazdı. Kanun, onu cezalandırarak ıslah etmeye çalıştıkça, aslında yalnızca daha derin bir uçuruma itiyordu. Jean Valjean’ın içindeki insanın sesi her darbede daha da kısılır, geriye sadece yırtıcı ve savunmasız bir hayvanın içgüdüleri kalırdı.
Jean Valjean’ın düşünceleri, içinde bulunduğu durum kadar kasvetli ve karışıktı. Zihnindeki düşünceler, yalnızca bir mahkûmun değil, aynı zamanda ezilmiş ve derin bir öfke duyan bir insanın düşünceleriydi. O, kendi varlığının ağırlığını, kanunların, toplumun ve kaderin üzerindeki baskısını iliklerine kadar hissediyordu. Düşünceleri, hem bu baskıya karşı koyma arzusuyla dolu, hem de bu arzunun ne kadar boşuna olduğunu bilmenin çaresizliğiyle gölgelenmişti.
Fiziksel gücüyle tanınan Jean Valjean, bedeninin sınırlarını aşan bir dayanıklılığa sahipti. Ancak zihinsel anlamda bu gücün yansıması, tamamen başka bir biçimde ortaya çıkıyordu. Onun düşünceleri, bir yandan bu gücün ona sağladığı umut kırıntılarını taşıyor, diğer yandan da karşılaştığı engellerin aşılmazlığı karşısında boğuluyordu. Hayal gücü, içinde yaşadığı karanlık hapishanenin ötesine uzanıyor, özgürlük için çırpınan ama her seferinde bir duvara çarpan bir kuş gibi, kendisini tekrar tekrar aynı umutsuzluğa geri getiriyordu.
Jean Valjean, medeniyetin devasa piramidine, onun gözünden biçimsiz ve ürkütücü bir yığına bakıyordu. Bu yığının içinde, bireyin kaderini belirleyen her şey vardı: gardiyanların sopaları, jandarmaların kılıçları, başpiskoposların mitraları, hatta imparatorların taçları. Bu görüntüler, onun için yalnızca baskının ve gücün sembolleriydi. Piramidin zirvesindeki o görkemli ışık bile onun karanlığını delip geçemiyor, aksine daha derin bir umutsuzluk yaratıyordu.
Jean Valjean, bu yığının kendisini ezdiğini, kendisinden çok daha büyük bir düzenin dişlileri arasında bir hiç olduğunu hissediyordu. Bu düzen, toplumun bir arada kalmasını sağlayan yasalar ve normlarla işliyordu; ancak onun gibi en dibe düşenler için bu düzen, sadece ezici bir ağırlık anlamına geliyordu. Tüm bunlar, Tanrı’nın bir iradesi olarak hareket ediyordu gibi görünse de, Jean Valjean için bu irade, tamamen kayıtsız ve acımasızdı.
Bu düşünceler arasında Jean Valjean’ın zihni, bazen mantıklı bir sorgulamaya, bazen ise kör bir öfkeye savruluyordu. Medeniyetin kendisine yaptığı bu baskıyı anlamaya çalışıyordu, ancak bu baskıyı ne çözebiliyor ne de kaldırabiliyordu. Bir yandan içgüdüsel bir şekilde bunun haksızlık olduğunu biliyor, diğer yandan ise bu sistemin ezici gücü karşısında yapabilecek bir şey olmadığını anlıyordu.
Belki de en acı verici olan, Jean Valjean’ın kendini düşünmekten alıkoyamamasıydı. Düşünceler, onun için ne bir kurtuluş ne de bir rahatlama getiriyordu; aksine, sürekli olarak içinde bulunduğu durumu daha da görünür kılıyordu. Medeniyetin bu devasa ve karmaşık yapısının, onun gibi en dibe düşmüş ruhlar için kurtarıcı bir yönü yoktu. Bu durum, Jean Valjean’ın zihninde daha fazla karanlık, daha fazla öfke ve daha fazla umutsuzluk yaratıyordu.
Ancak bir başka yönüyle, bu düşünceler Jean Valjean’ın insanlığının tamamen yok olmadığını da gösteriyordu. O hâlâ düşünüyordu, hâlâ sorguluyordu. Karanlıkta, ruhunu tüketen bu korkunç sistemin bir parçası olmaya direniyordu. Bu direnç, belki zayıf bir umut ışığı gibiydi ama Jean Valjean’ın ruhunda henüz her şeyin kaybolmadığının da bir işaretiydi.
Bir değirmen taşının altında ezilen bir buğday tanesinin bir düşüncesi olsaydı, bu düşünce muhtemelen Jean Valjean’ın düşündüğü şeylere benzerdi.
Tüm bu şeyler – gerçekler içinde hayaletler, hayaletler içinde gerçekler – sonunda onda neredeyse anlatılamaz bir içsel hâl yaratmıştı.
Bazen, bagne’deki işinin ortasında dururdu. Düşüncelere dalardı. Zihni, bir yandan eskisinden daha olgun, bir yandan da daha karmaşık bir hâle bürünmüştü, bu durum onu isyana sürüklüyordu. Başına gelen her şey ona saçma görünüyordu; çevresindeki her şey ise imkânsız. Kendi kendine, “Bu bir rüya,” derdi. Birkaç adım ötesindeki gardiyana bakardı; gardiyan ona bir hayalet gibi görünürdü. Ve ansızın bu hayalet ona sopasıyla vururdu.
Görünür doğa onun için neredeyse yok gibiydi. Hatta, Jean Valjean için ne bir güneş, ne güzel bir yaz günü, ne ışıl ışıl bir gökyüzü, ne de taze Nisan sabahları vardı, demek doğru olurdu. Ruhunu genellikle, loş bir zindan penceresinden sızan belirsiz bir ışık aydınlatıyordu.
Sonuç olarak, şimdiye kadar ortaya koyduklarımızdan çıkarılabilecek pozitif sonuçları özetleyecek olursak, Jean Valjean’ın, Faverolles’in zararsız budayıcısından Toulon’un korkulan kürek mahkûmuna dönüşmesini, bagnenin onu şekillendirme biçimiyle ilişkilendirebiliriz. Bu dönüşüm sonucunda Valjean iki tür kötü davranışta bulunmaya yatkın hale gelmişti:
- Ani ve düşüncesiz kötü bir davranış, tamamen içgüdüsel, geçmişte yaşadığı acıların karşılığı olarak yapılan bir tür öç alma eylemi.
- Ağır, ciddi, bilinçli ve planlanmış bir kötülük, yaşadığı acıların yol açtığı yanlış fikirlerle beslenen bir vicdan muhasebesiyle şekillenen eylemler.
Jean Valjean’ın niyeti genellikle üç ardışık aşamadan geçerdi: akıl yürütme, irade, inat. Onu bu eylemlere yönlendiren sebepler arasında, sürekli hissettiği öfke, ruhunun acısı, maruz kaldığı haksızlıkların derin izi ve bazen iyilere, masumlara hatta adil insanlara karşı dahi gelişen tepkisel bir tavır vardı. Onun tüm düşüncelerinin hem başlangıç hem de varış noktası, insan yasalarına duyduğu nefretti.
Bu nefret, eğer ilahi bir tesadüf tarafından durdurulmazsa, insanlığa, ardından yaratılışa karşı bir kine dönüşür; belirsiz, sürekli ve acımasız bir zarar verme arzusuna – herhangi bir canlıya, fark etmeksizin – yol açar. Görüldüğü gibi, Jean Valjean’ın kimlik belgesinde “son derece tehlikeli bir adam” olarak tanımlanması sebepsiz değildi.
Yıllar geçtikçe, bu ruh yavaş ama kaçınılmaz bir şekilde kurudu. Kuru bir kalbin ardından kuru gözler gelir. Bagnenin ardından serbest kaldığında, tam on dokuz yıldır tek bir damla gözyaşı dökmemişti.