Jean Valjean kulak kesildi. Etrafında hiçbir ses yoktu.
Yavaşça kapıya yaklaştı.
Parmak uçlarıyla, bir kedinin gece karanlığında sessizce içeri sızmaya çalışırken gösterdiği o ince temkinle kapıyı itti.
Kapı, bu hafif baskıya direnmedi ve neredeyse duyulmaz bir şekilde, biraz daha açıldı.
Bir süre duraksadı, ardından cesaretini toplayarak kapıyı bir kez daha itti, bu sefer daha kararlı bir şekilde.
Kapı, yine hiçbir gürültü yapmadan açılmaya devam etti. Artık içeri geçebileceği kadar geniş bir aralık oluşmuştu. Ancak kapının hemen yanında duran küçük bir masa, geçiş yolunu engelliyordu.
Jean Valjean bu engeli fark etti. Kapıyı biraz daha açması gerekiyordu.
Kararını verdi ve bu kez kapıyı daha güçlü bir şekilde itti. O anda, uzun zamandır yağlanmayan menteşe aniden keskin ve rahatsız edici bir gıcırtı yayarak geceyi böldü.
Jean Valjean, irkilerek geri çekildi. Menteşenin çıkardığı bu ses, kulaklarında adeta bir kıyamet borusunun yankısı gibi çınladı; o kadar keskin, o kadar korkutucuydu ki…
Bir anlığına, korkusunun büyüttüğü hayal gücüyle menteşenin canlandığını ve korkunç bir yaratık haline geldiğini düşündü. Sanki bir köpek gibi havlayarak herkesi uyandırmaya çalışıyordu.
Duraksadı, titredi, şaşkınlık içinde kalakaldı ve parmak uçlarından topuklarına kadar geriye çekildi. Şakaklarında damarlar, demirci çekiçlerinin örse vurduğu gibi atıyordu. Nefesi, göğsünden bir mağaradan çıkan rüzgar gibi uğuldayarak yükseliyordu. O menteşenin korkunç gıcırtısının, evin her köşesini sarsan bir deprem gibi bütün evi titrettiğini düşündü. Kapı, onun itmesiyle alarm vermişti; yaşlı adam uyanacak, iki yaşlı kadın çığlık atacak, herkes uyanacaktı. Birkaç dakika içinde kasaba ayaklanacak, jandarma kapıya dayanacaktı. O an her şeyin bittiğini düşündü.
Olduğu yerde donakaldı, adeta tuzdan bir heykel gibi hareketsiz kaldı; bir adım bile atmaya cesaret edemedi.
Birkaç dakika geçti. Kapı tamamen açılmıştı. Cesaretini toplayıp odaya göz attı. Hiçbir şey yerinden oynamamıştı. Kulak kesildi. Evde tek bir ses bile yoktu. O menteşenin korkunç gıcırtısı kimseyi uyandırmamıştı.
İlk tehlike geçmişti, ama içinde hala korkunç bir fırtına vardı. Yine de geri adım atmadı. Hatta her şeyin bittiğini düşündüğü o an bile yerinden kıpırdamamıştı. Şimdi tek amacı, işini hızla bitirip buradan çıkmaktı. Bir adım daha atıp odaya girdi.
Oda, tam anlamıyla sessizlik içindeydi. Gündüzleri masada dağınık duran kağıtlar, açık kitaplar, bir tabureye yığılmış ciltler, giysilerle dolu bir koltuk ve dua sehpası; şimdi sadece belirsiz gölgeler ve beyaz lekeler halini almıştı. Jean Valjean, dikkatlice ilerleyerek mobilyalara çarpmamaya özen gösterdi.
Odanın derinliklerinden, uyuyan piskoposun sakin ve düzenli nefes alışlarını duyabiliyordu.
Birden durdu. Yatak başına kadar gelmişti. Fark etti ki, olduğundan çok daha hızlı varmıştı.
Doğa bazen, etkilerini ve izlerini, sanki bizi düşündürmek istercesine, karanlık ve akıllıca bir şekilde eylemlerimize dahil eder. Yaklaşık yarım saattir, gökyüzünü kaplayan büyük bir bulut vardı. Jean Valjean yatağın karşısında durduğunda, bu bulut, sanki onu bilerek yapıyormuş gibi, aniden yarıldı ve bir ay ışığı, uzun pencereden geçerek piskoposun solgun yüzünü birdenbire aydınlattı. Huzur içinde uyuyordu. Soğuk Basses-Alpes gecelerinin derinliğinde, kollarına kadar örten kahverengi yün bir elbise giymişti. Başını yastığa koymuş, rahatça uyuyordu. Yatak dışında sarkan, papaz yüzüğü takılı eli, ondan düşen nice iyi işler ve kutsal eylemleri temsil ediyordu. Yüzü, belirsiz bir tatmin, umut ve huzur ifadesiyle aydınlanmıştı. Bu, bir gülümsemeden çok daha fazlasıydı; neredeyse bir ışıldamaya dönüşüyordu. Alnında, görünmeyen bir ışığın yansıması vardı. Uykuda olan doğru insanların ruhu, gizemli bir gökyüzünü seyreder gibi huzur içindeydi.
Ve o gökyüzünün yansıması, piskoposun üzerindeydi.
Aynı zamanda parlak bir şeffaflık gibiydi, çünkü bu gökyüzü, içindeki bir şeydi. O gökyüzü, vicdanıydı.
Ay ışığı, içsel parlaklıkla neredeyse örtüşerek, uyuyan piskoposu adeta bir ihtişam içinde gösteriyordu. Ancak bu parlaklık, hafifçe ve tarif edilemez bir yarı-gün ışığıyla yumuşak ve örtülüydü. O geceki ay, uyuyan doğa, hareketsiz bahçe, sessiz ev, anın huzuru… Hepsi bir araya gelerek bu bilge kişinin saygıdeğer uykusuna dokunuyor, ona kutsal bir ihtişam katıyordu. Beyaz saçları, kapalı gözleri, umut ve güvenle dolu o yüzü, yaşlı bir adamın başını ve çocuk gibi bir uykuyu, tüm ihtişamıyla sarıyordu.
Bu adamda, farkında olmadan, bir tür ilahi yücelik vardı; o kadar ki, adeta tanrısal bir ışıkla çevrelenmişti.
Jean Valjean, gölgede, elinde demir şamdanı tutarak, hareketsiz bir şekilde, şaşkınlık içinde bu ışıldayan yaşlı adamın huzur veren uykusuna bakıyordu. Daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. O güven duygusu onu korkutuyordu. Manevi dünyanın en büyük manzarası işte buydu: Kötü bir eylemin eşiğinde, kaygı içinde çırpınan bir vicdanın, doğru bir insanın uykusuna bakışı.
Bu uyku, bu yalnızlık içinde ve yanında böyle bir insan varken, içinde bulanık bir şekilde ama güçlü bir şekilde hissedilen bir yüceliğe sahipti.
Kimse, Jean Valjean’ın içinde ne olduğunu söyleyemezdi, hatta o bile. Bunun farkına varmak için, en sert duygularla, en yumuşak şeylerin karşısında durmak gerekirdi. Yüzünde bile belirgin bir şey yoktu, sadece bir şaşkınlık vardı. O anı izliyordu, başka bir şey yoktu. Ama ne düşündüğü tam olarak belli değildi. Bunu anlamak imkansızdı. Bildiğimiz tek şey, derin bir şekilde etkilenmiş olduğu ve sarsıldığıydı. Ama bu duygunun doğası neydi?
Gözleri, yaşlı adamın yüzünden ayrılmıyordu. Onun duruşunda ve ifadesinde tek bir şey netti: Garip bir kararsızlık. Sanki, bir yanda kaybolmayı, diğer yanda ise kurtulmayı seçmesi gereken iki uçurum arasında kalmış gibiydi. Kafasını parçalamakla, bu eli öpmek arasında bir seçim yapmaya çalışıyordu.
Bir süre sonra, sol kolu yavaşça başına doğru kalktı, şapkasını çıkardı, sonra kolu tekrar yavaşça düştü. Jean Valjean, şapkasını sol elinde tutarak ve sağ elinde şamdanı, başı dik bir şekilde, derin düşüncelere dalarak yeniden durdu.
Piskopos ise, o korkunç bakışın altında, derin bir huzur içinde uyumaya devam ediyordu.
Ay ışığı, şöminenin üstünde bulanık bir şekilde parlayarak, bir haç şeklinde her ikisini de sarmalayan bir ışık yayıyor, birine kutsama, diğerine ise affedilme dileği taşıyordu.
Birden Jean Valjean, şapkasını başına geri koyarak hızla yatağın kenarından geçip, başucundaki dolaba doğru yöneldi; demir şamdanı, anahtarın kilidi zorlayacak şekilde kaldırdı; anahtar yerindeydi, kilidi açtı. İlk gördüğü şey, gümüş eşyaların bulunduğu sepetti. Onu aldı, dikkat etmeden ve sesin umurunda olmadan odayı geçip kapıya yöneldi, tekrar dua odasına girdi, pencereyi açtı, bir sopayı alarak, zemin kattaki pencerenin dışına çıktı, gümüşleri çantasına yerleştirip sepeti fırlattı, bahçeyi geçti, duvarı bir kaplan gibi aşıp kaçtı.
Çevirmen : Cansu Porsuk