Piskopos İş Başında
Ertesi sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Monseigneur Bienvenu, bahçesinde huzur içinde dolaşıyordu. O sırada, Madame Magloire telaşla ona doğru koştu; yüzünden derin bir endişe okunuyordu.
– Monseigneur! Monseigneur! diye seslendi. Efendim, gümüş sepetinizin nerede olduğunu biliyor musunuz?
– Evet, biliyorum, diye yanıtladı piskopos.
– İsa’ya şükürler olsun! diye sevindi kadın. Ne olduğunu bilmiyordum da…
Piskopos, sepeti çiçek tarhının bir köşesinden alıp Madame Magloire’a uzattı.
– İşte burada, dedi.
– E peki ya içindekiler? diye sordu kadın, şüpheyle bakarak. Hiçbir şey yok! Gümüşler nerede?
Piskopos, sakin bir şekilde cevap verdi:
– Ah! dedi, Yani gümüşler mi aklınızı kurcalıyor? Onların nerede olduğunu ben de bilmiyorum.
– Aman Tanrım! diye bağırdı Madame Magloire. Çalındı! Dün geceki adam gümüşlerimizi çalmış!
Kadıncağız bir anda, yaşlı ama çevik bir şekilde, şapeldeki odaya doğru fırladı. Niş içindeki bölüme girdi, ardından hızla geri döndü ve piskoposun yanına geldi. O sırada piskopos, eğilmiş, sepetin çiçek tarhına düşerken ezdiği bir cochlearia bitkisini üzgün bir şekilde inceliyordu. Madame Magloire’ın çığlığıyla irkilip doğruldu.
– Monseigneur! diye haykırdı kadın, korku dolu bir şekilde. Adam gitmiş! Gümüşler çalınmış!
Kadın bu sözleri söylerken, gözleri bahçenin bir köşesinde, duvardan aşılma izlerini fark etti. Duvarın ahşap desteklerinden biri sökülmüştü.
– Bakın! diye bağırdı. İşte buradan çıkıp gitmiş. Cochefilet sokağına atlamış olmalı! Ah, ne korkunç bir şey! Gümüşlerimizi çalmış!
Piskopos bir süre sessiz kaldı, sonra derin bir düşünceyle bakışlarını Madame Magloire’a çevirerek yumuşak bir sesle sordu:
– Öncelikle, bu gümüşler gerçekten bizim miydi?
Madame Magloire şaşkınlıkla durakladı. Kısa bir sessizlikten sonra piskopos, sözlerine devam etti:
– Madame Magloire, bu gümüşleri uzun zamandır haksız yere elimde tutuyordum. Onlar, yoksullarındı. Peki ya o adam kimdi? Şüphesiz bir yoksul.
– Aman İsa aşkına! diye karşılık verdi Madame Magloire. Ne benim için, ne matmazel için, gümüşlerin çalınması önemli değil. Ama Piskopos için… Peki şimdi Piskopos neyle yemek yiyecek?
Piskopos, hafif bir şaşkınlıkla kadına baktı.
– Aa, ama! Kalaylı çatal bıçak takımımız yok mu?
Madame Magloire omuz silkti.
– Kalayın kötü bir kokusu var.
– O zaman demir çatal bıçaklar kullanırız, dedi piskopos.
Madame Magloire anlamlı bir yüz ifadesiyle karşılık verdi.
– Demir de kötü bir tat bırakıyor.
– Pekala, o zaman tahta çatal bıçaklar, dedi piskopos sakin bir şekilde.
Birkaç dakika sonra, önceki gece Jean Valjean’ın oturduğu masada kahvaltısını yapıyordu. Kahvaltı sırasında, Monseigneur Bienvenu, sessizce oturan kız kardeşine ve homurdanarak söylenen Madame Magloire’a neşeyle şu gözlemi yaptı:
– Bir parça ekmeği bir bardak süte banmak için ne tahta bir kaşığa ne de çatala ihtiyaç var.
Madame Magloire, evin içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken, mırıldanıyordu:
– Akıl alır gibi değil! Böyle bir adamı kabul etmek! Hem de yanına yatırmak! Şükürler olsun ki sadece hırsızlık yaptı! Ah Tanrım! İnsan düşününce bile ürperiyor!
Piskopos ve kız kardeşi sofradan kalkmak üzereyken, kapı çalındı.
– Girin, dedi piskopos.
Kapı açıldığında, eşikte tuhaf ve gergin bir manzara belirdi. Üç jandarma, Jean Valjean’ı yakasından tutarak sıkıca kavramıştı.
Gruba liderlik ettiği anlaşılan bir jandarma çavuşu, kapının hemen yanındaydı. İçeri girdi ve piskoposa askeri bir selam verdi.
– Monseigneur… dedi.
Bu sözü duyan Jean Valjean, kasvetli ve bitkin bir şekilde başını kaldırıp şaşkınlıkla baktı.
– Monseigneur! diye mırıldandı. Yani bu bir rahip değil miymiş?
– Sessiz ol! dedi bir jandarma. Bu Monseigneur Piskopos.
Bu sırada, Monseigneur Bienvenu, yaşlı bedeni izin verdiği ölçüde hızla ileriye atıldı.
– Ah, işte buradasınız! diye sevinçle Jean Valjean’a bakarak söyledi. Sizi görmek ne güzel! Ama bakın hele! Size gümüş şamdanları da vermiştim, diğerleri gibi gümüştendir ve iki yüz frank eder. Onları niye çatal bıçaklarla birlikte götürmediniz?
Jean Valjean, gözlerini kocaman açarak piskoposa baktı. Yüzündeki ifade, hiçbir insan dilinin tarif edemeyeceği türdendi.
– Monseigneur, dedi jandarma çavuşu, demek bu adamın söyledikleri doğruydu? Onu yolda yürürken bulduk. Şüpheli bir hali vardı. Durup baktık ve üzerinde bu gümüşleri bulduk…
– Ve size, diye araya girdi piskopos, gülümseyerek, gümüşleri kendisine geceyi geçirdiği yaşlı bir rahibin verdiğini mi söyledi? Anladım. Olay bu şekilde gerçekleşmiş. Ve siz onu buraya geri getirdiniz? Bu bir yanlış anlaşılma.
– Öyleyse, dedi çavuş, onu serbest bırakabiliriz?
– Elbette, dedi piskopos.
andarmalar, Jean Valjean’ın yakasını bıraktılar. Valjean, bir adım geri çekildi.
– Gerçekten mi, beni serbest mi bırakıyorsunuz? diye sordu, neredeyse anlaşılmaz bir sesle, adeta bir rüya görüyormuş gibi.
– Evet, seni serbest bırakıyoruz, duymuyor musun? dedi bir jandarma.
– Dostum, dedi piskopos, gitmeden önce şamdanlarını al. İşte bunlar da senin.
Piskopos, şöminenin üzerinde duran iki gümüş şamdanı aldı ve Jean Valjean’a uzattı. Kadınlar, piskoposun bu hareketini tek bir kelime etmeden, herhangi bir tepki göstermeden, onu rahatsız edecek en ufak bir bakış atmadan izlediler.
Jean Valjean titriyordu; elleriyle şamdanları, adeta farkında olmadan, şaşkın bir şekilde aldı.
– Şimdi, dedi piskopos, huzur içinde git. Bu arada, bir dahaki sefere geri döndüğünde, bahçeden geçmene gerek yok. Sokak kapısından girip çıkabilirsin. Kapı gece gündüz sadece mandalla kapalıdır.
Sonra jandarmalara dönerek:
– Beyler, artık gidebilirsiniz.
Jandarmalar uzaklaştılar.
Jean Valjean, sanki bayılacakmış gibi bir haldeydi.
Piskopos yanına yaklaşıp alçak bir sesle şöyle dedi:
– Unutma, asla unutma, bana bu gümüşleri dürüst bir insan olmak için kullanacağına söz verdin.
Jean Valjean, hiçbir şey hatırlamıyordu, çünkü böyle bir söz vermemişti. Şaşkın bir şekilde durdu. Ancak piskopos, bu sözleri derin bir vurgu yaparak söylemişti. Ve ardından bir tür ağırbaşlılıkla ekledi:
– Jean Valjean, kardeşim, sen artık kötülüğe değil, iyiliğe aitsin. Ruhunu sana satın aldım; onu karanlık düşüncelerden ve yok oluşun pençesinden çekip çıkardım ve onu Tanrı’ya teslim ediyorum.
Çevirmen: Cansu Porsuk