Sefiller – Üçüncü Kitap – IV. Bölüm

Dünya Klasikleri - Türkçe Sefiller

Tholomyès’nin keyfi yerindeydi; neşesini daha da taçlandırmak istercesine, bir İspanyol şarkısına başladı.

O gün, sanki doğa da tatile çıkmış gibiydi; baştan sona aydınlık ve neşeli bir şafak gibi… Saint-Cloud’nun bahçelerinden yayılan mis kokular, Seine’nin yumuşak esintisine karışıyordu. Yapraklar nazikçe salınıyor, dallar rüzgârla dans ediyor, arılar yaseminlerin kalbine hücum ederken kelebekler papatyaların, yoncaların ve yabani otların üzerinde zarifçe süzülüyordu. Kuşlar ise, Fransa kralının görkemli parkında adeta şakacı birer gezgin gibi dolanıyordu.

Güneş, tarlalar, çiçekler ve ağaçlar arasında dört neşeli çift parlıyordu. O pastoral manzarada kahkahalar yükseliyor, şarkılar söyleniyor, koşuluyor, dans ediliyor, kelebekler kovalıyor, çiçekler toplanıyordu. Çiylerle ıslanmış uzun otların arasında dolaşırken çoraplar bile mutluluğun bedelini ödüyordu. Ancak herkesin yüzünde dolaşan bu tasasız keyif, Fantine’in melankolisiyle gölgeleniyordu. Genç kadın sessizdi; çünkü içini kemiren, derin bir aşktı.

– Senin hep bir tuhaflığın var, dedi Favourite ona bakarak.

O günler, o anlar, saf mutluluğun gerçek tanımıydı. Böylesi tasasız bir uyum içinde doğa ve hayat, insana en derin çağrısını yapar. Her şey sevgiyle, ışıkla ve bir masal atmosferiyle dolup taşardı. Söylenceye göre, bir zamanlar çayırlarda ve ağaçlarda sevgililer için bir peri dolaşırmış. İşte bu yüzden, âşıkların saklanışları hiç tükenmez; ne zaman bir çalılık varsa, ardında mutlaka bir hikâye gizlidir. Baharın sevilen, bitimsiz bir tema oluşu hep bu yüzdendir.

Ne krallar ne soylular ne sıradan insanlar bu büyüden azade kalır. Saraylardan köy yollarına kadar her yerden neşe yükselir; insanlar güler, birbirini arar. Havada bir bayram ışığı yanıp söner. Sevmek… Ah, ne büyük bir dönüşüm! Aşk, insanı tanrılaştırır. Çimlerin üzerinde yankılanan kahkahalar, anlık kovalamacalar, birbirine ansızın dolanan eller, fısıldanan şarkılar gibi sözler, bakışların masum hayranlığı… Tüm bunlar, bir yıldız gibi parlayıp geçip gider. Genç kızlar, o anlarda güzelliklerini cömertçe sunar ve kimse o büyünün bir gün sona ereceğine inanmak istemez.

Filozoflar, şairler ve ressamlar bu coşkunluğu izler. Ancak gördükleri güzellik karşısında elleri boş kalır. Watteau, “Cythera’ya Yolculuk!” diye haykırır. Lancret, sıradan insanların maviliklere doğru süzülüşünü resmeder. Diderot, bu aşk anılarına tüm kalbiyle kucak açar. D’Urfé ise bu hikâyelere mistik druidler ekler.

Gün, keyifle devam etti. Öğle yemeğinden sonra, dört çift “kralın meydanı” diye bilinen yere doğru bir gezintiye çıktı. Burada, Hindistan’dan yeni getirilen ve Paris’te büyük merak uyandıran bir bitki sergileniyordu. Bu egzotik çalı, ince uzun bir gövdenin tepesinden yükseliyor; yapraksız dalları milyonlarca küçük beyaz güle benzeyen çiçeklerle süslenmişti. Görünüşü, dağınık ama büyüleyici bir saç yığını gibiydi. Bitki, ziyaretçilerin büyük ilgisini çekiyor ve etrafında her daim bir kalabalık toplanıyordu.

Tholomyès, göz alıcı ağacı inceledikten sonra ansızın, “Eşekler sunuyorum!” diye bağırdı. Bir eşekçiyle anlaşarak Vanves ve Issy’ye kadar uzanan bir dönüş yolculuğu düzenlediler. Issy’de ise dikkat çekici bir olay yaşandı. O dönemde milli bir mülk olan ve mühimmatçı Bourguin tarafından işletilen parkın kapıları o gün sonuna kadar açıktı. Grup, hiç tereddüt etmeden içeriye adım attı, mağarayı gezdi ve aynalı odada düzenlenen o esrarengiz oyunlara daldı. Bu meşhur oda, adeta milyoner bir satir ya da Priapos’a dönüşmüş bir Turcaret için hazırlanmış müstehcen bir tuzaktı.

Parkın bir başka ilgi çekici noktasında ise Abbé de Bernis’in övgüyle bahsettiği iki kestane ağacına bağlanmış dev bir salıncak yer alıyordu. Kadınlar sırayla salıncağa biniyor, erkekler coşkuyla onları sallarken etekler havalanıyor, kahkahalar yükseliyordu. Bu neşeli manzara, ressam Greuze’ün fırçasında kolayca canlanabilecek bir sahneydi. Toulouse doğumlu Tholomyès ise köklerinde taşıdığı İspanyol kanının etkisiyle Galisya’dan kalma eski bir şarkıyı melankolik bir tınıyla mırıldandı. Şarkının sözleri, iki ağaç arasına bağlanmış bir salıncakta sallanan güzel bir kızdan ilham alınarak yazılmış gibiydi:

Ben Badajoz’un evladıyım,
Aşkın çağrısı kulağımda çınlar.
Ruhumun bütün özü,
Gözlerimde parlar.
Çünkü sen,
Bacaklarına baharı sunarsın.

Ne var ki Fantine, salıncağa binmeyi inatla reddetti.

– Bu kadar süslü şeylerden hoşlanmıyorum, dedi Favourite, hafif alaycı ve sert bir tonda.

Grup eşekleri geride bırakarak yeni bir maceraya atıldı. Seine Nehri’ni bir kayıkla geçtiler ve Passy’den Étoile Barikatı’na doğru uzun bir yürüyüş yaptılar. Sabah saat beşte yola çıkmış olduklarını hatırlarsınız, ama bu onları hiç durdurmadı. Çünkü Favourite’in de dediği gibi, “Pazar günleri yorgunluk çalışmaz.”

Saat üç civarında, enerjileri tükenmek bir yana daha da artmıştı. Mutluluk ve heyecanla sarhoş olmuş bu dört çift, Champs-Élysées’deki Beaujon sırtlarına doğru koşuyordu. Ağaçların arasından süzülen ve kıvrılarak yükselen bir dönme dolap hattı dikkatlerini çekmişti.

Favourite sabırsızlanıyordu. Ara sıra sabırsızlıkla bağırıyordu:

– Sürpriz nerede? Ben sürpriz istiyorum!

Tholomyès ise ona gülümseyerek cevap veriyordu:

– Sabırlı ol. Her şeyin bir sırası var.

Çevirmen : Cansu Porsuk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir