Tekerleklere Çomak Sokulması
Arras’tan Montreuil-sur-Mer’e posta servisi, hâlâ imparatorluk döneminden kalma o eski, sade posta arabalarıyla yapılıyordu. Bu arabalar, iç yüzeyleri açık kahverengi deriyle kaplı, pompalı yaylara asılı ve sadece iki kişilik olan, iki tekerlekli hafif faytonlardı. Koltuklardan biri posta görevlisine, diğeri ise yolcuya ayrılmıştı. Tekerleklerin ortasında, diğer araçların fazla yaklaşmasını engelleyen uzun ve sivri göbekler bulunuyordu—bugün hâlâ Almanya yollarında görülen türden. Faytonun arkasına yerleştirilen ve onunla bir bütün gibi duran devasa siyah kutu, posta çantalarına ev sahipliği yapıyordu. Kutunun zıtlığıyla parlayan faytonun gövdesi ise göz alıcı bir sarıya boyanmıştı.
Günümüzde alışık olmadığımız bu arabalar, biçimsiz ve kamburumsu bir görüntüye sahipti. Ufuk çizgisinde bir yol boyunca süzüldüklerinde, arkalarında büyük bir kutuyu sürükleyen ve “termit” denen böcekleri andırıyorlardı. Ancak bu tuhaf görüntülerine rağmen, oldukça hızlıydılar. Paris’ten gelen postanın ardından, her gece saat birde Arras’tan yola çıkan bu fayton, sabahın erken saatlerinde Montreuil-sur-Mer’e varıyordu.
O gece, Hesdin yolu üzerinden şehre inen posta arabası, Montreuil-sur-Mer’e giriş yaparken bir sokağın köşesinde beyaz bir ata koşulmuş küçük bir tilbury’ye çarptı. Tilbury’de paltosuna bürünmüş bir adam oturuyordu. Çarpışma sertti; tilbury’nin tekerleği büyük bir darbe aldı. Posta görevlisi bağırarak adamı durdurmaya çalıştı, ancak yolcu bu uyarıyı duymazdan gelip hızla yoluna devam etti.
“Şu adamın acelesine bak!” diye söylendi posta görevlisi.
Tilbury’deki adam, az önce çırpınışlarını gördüğümüz, çaresizliğiyle merhameti hak eden kişiden başkası değildi.
Peki nereye gidiyordu? Kendisi bile bilmiyordu. Neden bu kadar acele ediyordu? Bu sorunun cevabı da ondan kaçıyordu. O, yalnızca önüne bakarak ilerliyordu. Varacağı yer neresiydi? Belki Arras… Belki başka bir yer… Bu belirsizlik, içini ürpertiyordu.
O geceye, bir girdabın içine dalar gibi dalmıştı. Görünmeyen bir güç tarafından itiliyor, başka bir güç tarafından çekiliyordu. İç dünyasındaki fırtınalar kelimelere dökülemezdi; yine de herkes bu karmaşayı anlayabilirdi. Hayatında en az bir kez kim, bilinmeyenin karanlık mağarasına adım atmamıştır ki?
Aslında hiçbir karar vermemişti, hiçbir şey planlamamıştı. Zihninde kesinleşen bir sonuç yoktu. Vicdanı, içindeki bu karmaşa kadar belirsizdi. O hâlâ başladığı yerdeydi.
Arras’a neden gidiyordu?
Daha önce Scaufflaire’in faytonunu tutarken kendine söylediği şeyleri tekrarlıyordu: “Sonuç ne olursa olsun, kendi gözlerinle görmekte bir sakınca yok. Her şeyi bizzat değerlendirmek gerek. Bu, ihtiyatlı bir davranış. Hiçbir şeyi görmeden, araştırmadan karar verilmez. Uzaktan her şey gözümüzde büyür. O zavallı Champmathieu’yu bir kez görünce vicdanım rahatlayabilir. Javert orada olacak, eski mahkûmlar Brevet, Chenildieu ve Cochepaille da bulunacak. Onlar beni tanıyabilir, ama tanımayacaklarından eminim. Hadi canım, saçmalık bu! Javert bu işin yüz fersah uzağında. Herkesin aklı Champmathieu üzerinde yoğunlaşmış durumda. Ve varsayımlar kadar inatçı bir şey yoktur. Bu yüzden tehlike yok.”
Bu düşüncelerle kendini avutmaya çalışıyordu. Ancak dürüst olmak gerekirse, Arras’a gitmek istemiyordu.
Ama yine de gidiyordu.
Karmakarışık düşüncelere dalmış bir hâlde, atını kırbaçladı. At, düzenli ve sağlam bir hızla, saatte iki buçuk mil mesafe kat ederek ilerliyordu.
Faytonun her ilerleyişinde, sanki içinde bir şeyler geri çekiliyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, adam kendini açık arazide buldu. Montreuil-sur-Mer şehri gerilerde kalmıştı. Ufuktaki beyazlaşmayı izlerken, kış sabahının soğuk ve hayaletimsi manzaraları zihninden sessizce geçiyordu. Sabahın da akşam gibi bir çeşit hayaletleri vardır; adam bu görüntüleri bilinçli olarak görmüyordu ama ruhunun derinlerindeki kasvetli karmaşa, ağaçların ve tepelerin gölgeli siluetlerinde karşılığını buluyordu.
Yol boyunca geçtiği izole evlere her yaklaştığında, kendi kendine şöyle mırıldandı:
“Orada, içeride insanlar uyuyor olmalı.”
Atın düzenli adımları, koşum takımlarının metalik çıngırağı ve tekerleklerin kaldırım taşlarına vuruşunun tekdüze sesi bir melodi oluşturuyordu. Bu tür sesler mutlu bir ruh hâlindeyken huzur verirken, karanlık bir ruh haliyle dinlendiğinde ürkütücü bir yankıya dönüşüyordu.
Hesdin’e vardığında hava aydınlanmıştı. Adam, atını dinlendirmek ve yulaf vermek için bir hana uğradı. Scaufflaire’in anlattığı gibi, bu at Boulonnais türündendi: başı biraz büyük, karnı fazla çıkık ve boynu kısa olsa da geniş göğsü, güçlü sağrısı, ince bacakları ve sağlam ayaklarıyla dikkat çeken dayanıklı bir hayvandı. Çirkin görünüşlü olmasına rağmen, iki saatte beş fersah yol almış ve buna rağmen terlememişti.
Adam, Tilbury’sinden inmeden atıyla ilgilenen ahır görevlisinin tekerleğe dikkatle baktığını fark etti. Görevli birden soruverdi:
– Böyle ne kadar uzağa gitmeyi düşünüyorsunuz?
Adam biraz dalgın bir şekilde cevap verdi:
– Neden sordunuz?
– Uzaktan mı geliyorsunuz?
– Beş fersah kadar.
– Ha!
Adam şaşkınlıkla tekrar sordu:
– “Ha!” demenizin sebebi nedir?
Görevli, bir kez daha tekerleğe eğildi ve dikkatlice inceledikten sonra doğrulup ciddi bir ifadeyle şöyle dedi:
– Beş fersah gitmiş olabilirsiniz, ama bu tekerlekle bir çeyrek fersah bile daha gidemezsiniz.
Bu sözler adamı derhal harekete geçirdi. Tilbury’den aşağı atladı ve endişeyle sordu:
– Ne diyorsunuz siz, dostum?
– Şunu diyorum ki, siz ve atınız büyük bir şans eseri şu ana kadar yoldasınız. Ama bu tekerlek sizi daha fazla taşıyamaz. Şöyle bir bakın…
Görevlinin işaret ettiği yere dikkatle baktı. Tekerlek, her an parçalanabilecek bir görüntü sergiliyordu. Yola devam etmeden önce, bu sorun çözülmeliydi. Yolculuğunun acelesi ve zihnindeki karmaşa, şimdi bir sınavla daha karşı karşıyaydı: kırılgan tekerlekler ve yolun getirdiği belirsizlik.
Posta arabasının çarpması, tilbury’nin tekerleğine ciddi zarar vermişti: iki tel kırılmış, somunlar yerinden oynamış ve göbek artık tutmaz hâle gelmişti. Adam, sorunu çözmek için hızla ahır görevlisine döndü:
– Dostum, burada bir arabacı var mı?
Görevli, rahat bir tavırla cevap verdi:
– Elbette, efendim.
Ardından seslenerek Usta Bourgaillard’ı çağırdı:
– Hey! Usta Bourgaillard!
Usta arabacı hemen ortaya çıktı ve durum değerlendirmesi yapmak için tekerleği incelemeye koyuldu. Yüzündeki ifade, adeta bir cerrahın ciddi bir yarayı incelerkenki ciddiyetini taşıyordu. Adam sabırsızlıkla sordu:
– Bu tekerleği hemen tamir edebilir misiniz?
Usta, tereddütsüz bir şekilde cevapladı:
– Evet, efendim.
– Peki, ne zaman yola çıkabilirim?
– Yarın.
– Yarın mı!
Adam bu yanıta öfkeyle karşılık verdi. Durumunun aciliyetini anlatmaya çalıştı:
– Bugün yola çıkmam gerekiyor. En geç bir saat içinde hazır olmalı!
Usta Bourgaillard ise kesin bir dille itiraz etti:
– İmkânsız, efendim.
Adam sabırsızlığına rağmen teklifini artırdı:
– Ne kadar isterseniz öderim.
Ancak arabacı, bu teklif karşısında da ikna olmadı:
– İki tel ve bir göbek yeniden yapılmalı. Bu, bugün için mümkün değil. Beyefendi yarına kadar beklemek zorunda.
Adam ise beklemenin bir seçenek olmadığını hissettirdi:
– Benim işim yarına kadar bekleyemez. Eğer tamir etmek yerine tekerleği yenisiyle değiştirsek?
Arabacı kaşlarını kaldırarak şaşkınlıkla sordu:
– Nasıl yani?
– Satılık bir tekerleğiniz yok mu? Hemen yola çıkmam gerek.
Usta Bourgaillard omuz silkti:
– Cabriolet’nize uygun hazır bir tekerleğim yok. İki tekerlek bir çift oluşturur, rastgele iki tekerlek uyumlu olmaz.
Adam çaresizlikle ısrar etmeye devam etti:
– O hâlde bana bir çift tekerlek satın!
Usta bu öneriyi de reddetti:
– Beyefendi, her tekerlek her dingile uymaz. Boşuna denemeyin. Burada yalnızca araba tekerlekleri var ve bu küçük bir yer.
Son çare olarak adam, kiralık bir cabriolet olup olmadığını sordu. Ancak arabacı bu öneriye soğuk bir ifadeyle yaklaştı. Tilbury’nin bir kiralık araba olduğunu anlamıştı ve küçümseyerek konuştu:
– Kiraladığınız cabriolet’leri de bu hâle getiriyorsunuz ha! Bir tane olsaydı bile size kiralamazdım.
Adam sabrını iyice kaybetmişti:
– Peki, satılık bir araba?
Usta Bourgaillard alaycı bir şekilde gülümsedi ve omuzlarını silkti:
– Yok.
Adam hayal kırıklığı içinde bağırdı:
– Ne! Bir araba bile yok mu? Görüyorsunuz, çok seçici değilim.
Küçük bir köyün sınırlı imkânları, adamın çaresizliğini daha da artırıyordu. Her yolculuk, sadece hedefe varmak değil, yol boyunca karşılaşılan engellerle mücadele etmek anlamına geliyordu. Bu seferki engel, kırılmış bir tekerlekti ve bu, onu durma noktasına getirmişti.
Küçük köyün dar olanakları ve darlık içinde, adam bir umut ışığı arayarak son çare olarak arabacıdan başka bir çözüm önerisi duydu. Arabacı, kulübesinin altındaki eski bir faytonu kiralama teklifinde bulundu, ancak belirli şartlarla: Burjuvanın fark etmemesi gerektiği ve faytonun iki at gerektirdiği gibi detaylarla. Bu, bir seçenek olsa da, adamın içinde şüpheler uyanmaya başladı.
Adam, sormadan edemedi:
– Posta atları alırım.
Arabacı, onun durumunu anlamıştı, fakat yolculuğun zorluğunu anlatmak için sorularına devam etti:
– Beyefendi nereye gidiyor?
– Arras’a.
– Ve bugün mü varmak istiyorsunuz?
– Tabii ki.
Arabacı, bu isteğin imkansız olduğunu belirtti:
– Posta atlarıyla mı?
– Neden olmasın?
– Beyefendi gece saat dörtte varmayı kabul eder mi?
– Tabii ki hayır.
Arabacı, yolculuk şartlarının zorluğundan bahsederek açıklamalarına devam etti. Posta atlarının gitmesi gereken yolu anlatırken, bu yolun geçişinin zorluğuna vurgu yaptı. Beyefendi’nin de sabırlı olması gerektiğini belirtti.
– Pekâlâ, atla giderim. Cabriolet’i çözün. Bu bölgede bana bir eyer satılır.
Arabacı, bu kez daha fazla düşünerek cevabını verdi:
– Elbette. Ama bu at eyer taşır mı?
Adam, dikkatli düşünmesi gerektiğini fark etti. Atın eyer taşıyıp taşımayacağını sorguladı ve arabacı haklıydı:
– Taşımaz.
Arabacı, çözüm önerileri sunmaya devam etti, ancak her seçenek bir başka engelle karşılaşıyordu. Kiralık bir at bulmak zorken, satılık da olsa, adamın aradığı gibi bir at yoktu. Sadece para ile çözüm olmayacağını kabul etti.
– En iyisi, dürüst olmak gerekirse, tekerleği tamir etmem ve yolculuğunuzu yarına ertelemeniz.
Adam için yarının çözüm olması oldukça zordu. Hedefine ulaşma isteği, sabırsızlığı her geçen dakikada artıyordu.
– Yarın çok geç olacak.
Arabacı, olanaksızlıklar içinde son bir öneri sundu:
– Eh işte!
– Arras’a giden bir posta arabası yok mu? Ne zaman geçer?
Arabacı, geceleri çalışan posta arabalarının yalnızca gece geçişi olduğunu söyledi ve başka bir çözüm olmadığını belirtti. Adam, tekerleği tamir etmek için bir gün gerektiğini duyunca daha da hayal kırıklığına uğradı.
– Nasıl yani! Bu tekerleği tamir etmek için bir gün mü gerekiyor?
– Bir gün, hem de sağlam bir gün!
Adam, çözüm arayışında son bir hamle yaptı. İşçilerin sayısını artırmak önerisini sundu, fakat arabacı buna da karşı çıktı.
– İki işçi koysanız?
– On işçi koysanız da!
– Eğer teller iplerle bağlansa?
Arabacı, sonunda şunları söyledi:
– Teller, evet; ama göbek hayır. Üstelik jant da kötü durumda.
Adam bir an tereddüt etti, ancak hayal kırıklığı ve çaresizlik içinde, şehirde başka bir araba kiralama umudu kaldı. Fakat yine de aynı cevabı aldı:
– Hayır.
Adam, en son şansı olarak başka bir arabacı olup olmadığını sordu, fakat aynı cevabı aldı:
– Hayır.
Ve işte o anda, her şeyin bittiği an gibi hissettiği bir anda, içindeki büyük bir sevinç patlaması gerçekleşti. Şansını kaybetmediğini, hala bir umut kırıntısının var olduğunu fark etti.
Yolcu, Tanrı’nın müdahalesiyle karşı karşıya olduğunu hissetti. Tekerleği kırılan tilbury, yolculuğunu durduran ve onu bir kez daha düşünmeye zorlayan bir işaretti. Bu, sıradan bir aksilik değildi; Tanrı, yolcusunun çabalarını ve azmini gözden geçirmesi için bir sınav sunmuştu. Artık her şeyin kendi kontrolü dışında olduğunu ve ona müdahale edenin Tanrı olduğunu düşünüyordu.
Yolcu, tüm çabalarını sonuna kadar harcamış, hiçbir engel karşısında durmamıştı. Mevsim, yorgunluk, masraflar, hepsi bir kenara itilmişti. Ama artık her şeyin sınırına gelmişti. Bir şey değişmeliydi, ama bunun kendi hatası olmadığına emindi; Tanrı’nın müdahalesiydi.
Derin bir nefes aldı, bir an için kalbini sıkan o demir bileği hissetti, ve nihayetinde hafiflediğini fark etti. Kendini rahatlamış hissediyordu, çünkü en azından vicdanında doğru olanı yapmıştı. Artık başka bir şey yoktu; Tanrı ona bu mesajı göndermişti ve yapması gereken tek şey geri dönmekti.
Eğer bu konuşma yalnızca bir hanın odasında yapılsaydı, hiçbir duyuru olmaz, hiçbir iz bırakmazdı. Ama sokakta yapılmıştı ve sokakta her konuşma, kaçınılmaz olarak bir seyirci toplar. İnsanlar her zaman başkalarının meselelerini dinlemeyi sever. Arabacıyla yaptığı konuşma sırasında birkaç kişi çevresinde duraklamış, dinlemişti. Ve bir çocuk, onları izledikten sonra, koşarak uzaklaşmıştı.
Yolcu, geri dönmeye karar verdiği anda, aynı çocuk geri dönerek yaşlı bir kadınla birlikte gelmişti. Kadının basit bir cümlesi, yolcunun içinde korku uyandırmıştı:
– Oğlum bana sizin bir cabriolet kiralamak istediğinizi söyledi.
Bu söz, yolcuyu sarsmıştı; çünkü arkasındaki gölgeyi ve yeniden kendisini yakalayacak o elin varlığını hissetmişti. İşler ters gitmişti; kaderin eli onu tekrar tutuyordu.
Kadın, ona başka bir seçenek sundu:
– Var.
Yolcu, kadının söylediklerini anlamaya çalışarak sormuştu:
– Nerede o zaman?
Kadın yanıtladı:
– Bende.
Yolcu, bu sözlerden sonra bir ürperti hissetti. Kadın gerçekten de, bir samanlıkta bekleyen eski arabayı bulmuştu. Ancak bu durum, yolcunun kaçma şansını iyice azalttı. Arabacı ve han görevlisi, onun kaçmasını engellemek için hemen harekete geçtiler.
Kader, bir kez daha yolcunun hayatını kontrol ediyordu. Her şey, onun kaçmak istediği bir dönemeçte yeniden şekillendi.
Arabacı, yolcusunun büyük bir ısrarla, ama garip bir şekilde sevinçle karşılık verdiği eski araba hakkında düşündü. Arabadan yansıyan tüm çürük sesler, paslı tekerlekler ve nemin içinde çürüyen ahşap, ona büyük bir hata gibi görünüyordu. Ancak bu araba, ne kadar kötü olursa olsun, iki tekerleğiyle yol alıyor ve bir şekilde Arras’a ulaşabiliyordu. Yolcu, arabayı arabacıya teslim ederken, ne kadar ödemek isterse o kadar ödedi. Geri döneceği zaman arabayı bulmak üzere, atı arabaya bağlatıp yola çıktı.
Arabası hareket ederken, içindeki sevinci itiraf etti. Birkaç dakika önce, bu yolculuğa devam etmeyeceğini düşündüğünde duyduğu sevinç, öfkeyle karışmıştı. Gerçekten de geri dönme sevinci bir tuhaflık hissi uyandırıyordu. Ancak sonrasında, bu yolculuğun tamamen kendi isteğiyle olduğunu fark etti. Kendisini zorlayan kimse yoktu; ve kesinlikle her şey kendi istediği şekilde olacaktı.
Hesdin’den çıkarken, aniden bir ses duydu: “Durun! Durun!” Hızla arabayı durdurdu, içinde umut kırıntısı ve bir belirsizlik vardı. Yaşlı kadının küçük oğlu, elinde bir şey olmadan geliyordu.
Çocuk, az önce verdiği hizmet karşılığında bir ödül bekliyordu. Ancak yolcu, ona yardım etmeyi fazla ve gereksiz buldu. Geriye dönüp hızla devam ederken, içindeki karamsarlık daha da derinleşti.
Hesdin’den Saint-Pol’a kadar olan yolculuk oldukça zorlu geçti. Yolda ağır bir araba, zorlu yokuşlar ve çamurda kayganlaşan yollar ona büyük zorluk çıkarmıştı. Araba, aslında eski tilbury değil, oldukça sert ve ağırydı. Saint-Pol’a vardığında, atı hemen bir ahıra götürüp dinlenmesini sağladı, fakat kafasında belirsiz düşünceler vardı.
Han sahibinin karısı ona kahvaltı teklif etti. Kendini bir süreliğine rahatlamış hissetse de, yemek esnasında içindeki huzursuzluk dinmedi. Ekmek parçasını hemen alıp bir ısırık aldıktan sonra, tekrar masaya koydu ve yavaşça bir kenara itildi. Yemek, yolu için bir tür zorunluluk gibi gelmişti.
Bir başka yolcu masada yemek yiyordu ve ona, ekmeğin neden bu kadar acı olduğunu sordu. Ancak yolcu anlamadı. O da hızla ahıra geri döndü, atının yanına dönerken bir saat geçti. Saint-Pol’dan ayrılıp Tinques’a doğru ilerlemeye başlamıştı. Arras’a yalnızca beş mil mesafe kalmıştı.
Yolculuk, hedefe ulaşmaktan çok, bir içsel mücadeleye dönüşmüştü. Adım adım ilerledikçe, her bir engel, yolcunun içindeki hüsranı daha da büyütüyordu. Ama yine de, ne olursa olsun, yolculuğunu tamamlamaya kararlıydı.
Bu yolculuk sırasında ne yapıyordu? Ne düşünüyordu? Sabahın erken saatlerinden beri ağaçların, samanla kaplı çatıların, ekili tarlaların ve her yol dönüşünde kaybolan manzaraların geçişini izliyordu. Bazen, bir manzaranın ardı ardına uzanan değişimi, ruh için bir düşünceye dönüşür, hatta düşünmeyi unutturur. Binlerce şeyi ilk ve son kez görmek, ne kadar derin bir melankoli yaratabilir! Seyahat etmek, her an yeniden doğmak ve aynı zamanda ölmek gibidir. Belki de zihninin en uzak köşelerinde, bu değişen ufuklarla insan yaşamı arasında benzerlikler kuruyordu. Hayat, sürekli olarak bizden kaçar gibi gelir; karanlıklar ve aydınlıklar birbirine karışır: bir parlak ışığın ardından karanlık bir gölge düşer; bakarız, acele ederiz, zamanla yarışarak geçen her şeyi yakalamaya çalışırız; her olay, bir dönemeçtir; ve bir anda, yaşlanmışsınızdır. Bir sarsıntı hissedilir, her şey karanlık olur, karanlıkta bir kapı seçilir, hayatın koyu atı sizi sürükler, ve birdenbire karanlıkta, sizi çözüp çıkaran tanımadığınız birini görürsünüz.
Alacakaranlık, çocukların okuldan çıkıp bu yolcuyu Tinques’e girdiğini gördükleri sırada düşüyordu. Gerçekten de yılın kısa günlerindeydik. Tinques’te durmadı. Köyden çıkarken, yol onarımında çalışan bir işçi başını kaldırarak şöyle dedi:
– İyi bir at bu.
Zavallı hayvan artık sadece yavaş adımlarla ilerliyordu.
– Arras’a mı gidiyorsunuz? diye sordu işçi.
– Evet.
– Bu hızla giderken erken varamazsınız.
Atı durdurdu ve yol işçisine sordu:
– Buradan Arras’a ne kadar kaldı?
– Yedi büyük lieue kadar.
– Nasıl olur? Posta kitabında sadece beş lieue gösteriyor.
– Ah! dedi yol işçisi, demek ki yolun onarımda olduğunu bilmiyorsunuz. Yirmi dakika içinde burada yol kapanacak. Daha ileri gidemeyeceksiniz.
– Gerçekten mi?
– Sol tarafa sapacaksınız, Carency’ye giden yolu takip edeceksiniz, nehri geçeceksiniz; sonra Camblin’e vardığınızda sağa döneceksiniz; oradan Mont-Saint-Éloy yolu üzerinden Arras’a gidersiniz.
– Ama işte gece oldu, kaybolurum.
– Buralı değilsiniz mi?
– Hayır.
– O zaman, sadece ara yollar var.
– Bakın, efendim, dedi yol işçisi, size bir tavsiye vereyim mi? Atınız yorgun, Tinques’e geri dönün. Orada iyi bir han var. Orada kalın, sabah Arras’a gidersiniz.
– Bu gece orada olmam lazım.
– O zaman farklı. Yine de o haneye gidin ve bir yardımcı at alın. Atçınız sizi ara yolda yönlendirir.
Yol işçisinin tavsiyesine uyarak geri döndü ve yarım saat sonra aynı noktadan geçerken daha hızlı gidebileceği iyi bir atla yola çıktı. At ahırından gelen genç, postacı olarak tanıtılmıştı ve arabanın yan koltuğuna oturmuştu.
Zaman kaybettiğini hissediyordu.
Gece iyice kararmıştı.
Ara yola girdiler. Yol korkunç hale gelmişti. Arabadan bir çukura düşüp diğerine yuvarlanıyordu. Postacıya dedi:
– Hızla devam et, iki kat bahşiş veririm.
Bir çukura düşüp, arabaların direksiyonu kırıldı.
– Efendim, dedi postacı, direksiyon kırıldı, atı nasıl bağlayacağımı bilmiyorum, bu yol gece çok kötü; eğer Tinques’e geri dönerseniz, sabah erkenden Arras’a varabiliriz.
Cevap verdi: – Bir parça ip ve bıçak var mı?
– Evet, efendim.
Bir dal kesip, bir direksiyon yaptı.
Bu da yirmi dakikalık bir kayıptı, ancak yine de galopla yola devam ettiler.
Ovada karanlıklar yoğunlaşıyordu. Kısa, siyah sisler tepeler üzerinde sürünüyor ve dumanlar gibi ayrılıyordu. Bulutlarda soluk beyaz ışıklar vardı. Denizden gelen büyük bir rüzgar, ufukta her köşede mobilya hareket ediyormuş gibi bir ses çıkarıyordu. Görülen her şey, korku içinde bir tavır almış gibiydi. Gece rüzgarlarının büyük üfürüşlerinde ne çok şey ürperirdi!
Soğuk, içine işliyordu. Dün akşamdan beri hiçbir şey yememişti. Digne yakınlarındaki büyük ovada yaptığı bir başka gece yolculuğunu hafifçe hatırlıyordu. Sekiz yıl olmuştu; ve dün gibi geliyordu.
Uzak bir çan kulesinden bir saat çaldı. Çocuğa sordu:
– Saat kaç?
– Yedi, efendim. Sekizde Arras’ta olacağız. Sadece üç lieue kaldı.
O an, bu düşünceyi ilk kez aklına getirdi – ve daha önce gelmemiş olmasına şaşarak: – Belki de tüm bu çabalar gereksizdi; ne zaman olduğunu bile bilmiyordu; en azından sormalıydı; bir yere varmadan önce bunun bir anlamı olup olmadığını bilmeden ilerlemek ne kadar tuhaf bir şeydi. – Sonra kafasında birkaç hesap yapmaya başladı: – Genellikle ağır ceza mahkemesi oturumları sabah dokuzda başlardı; – bu dava fazla uzun sürmemeliydi; – elma hırsızlığı çok kısa bir dava olurdu; – sonra sadece kimlik meselesi kalırdı; – dört ya da beş ifade, avukatlar için fazla söylenecek bir şey yoktu; – ve o varırken her şey bitmiş olacaktı!
Postacı atları kamçılıyordu. Nehri geçip Mont-Saint-Éloy’yu geride bırakmışlardı.
Gece gittikçe derinleşiyordu.