Yolcu, vardığı anda geri dönüş hazırlığı yapar.
Akşam saat sekize doğru, izlediğimiz küçük araba, Arras’taki Posta Hanı’nın kemerli girişine yanaştı. Arabadan inen yolcu, han çalışanlarının telaşlı ilgisine kayıtsızca karşılık verdi, yardıma gelen atı geri gönderdi ve küçük beyaz atını kendi elleriyle ahıra götürdü. Daha sonra hanın zemin katındaki bilardo salonunun kapısını iterek içeri girdi, bir masaya oturdu ve dirseklerini dayayarak düşüncelere daldı. Yolculuk, altı saatlik bir süre içinde tamamlanması gereken bir mesafe olmasına rağmen on dört saat sürmüştü. Bunun kendi suçu olmadığını biliyordu, fakat gecikmeden de pek şikâyetçi görünmüyordu.
O sırada hanın sahibi yanına geldi:
– Beyefendi burada mı kalacak, yoksa bir şeyler yemek ister mi?
Adam başını olumsuz anlamda salladı.
Kadın devam etti:
– Ahırdaki çocuk, beyefendinin atının çok yorgun olduğunu söyledi.
Adam kısa bir sessizlikten sonra konuştu:
– Peki, sabaha doğru yola devam edemez mi?
– Ah, beyefendi! En az iki gün dinlenmesi gerek, diye karşılık verdi kadın.
Adam, gözlerini kadına dikerek sordu:
– Burası posta ofisi değil mi?
– Evet, beyefendi.
Kadın onu posta ofisine götürdü. Adam pasaportunu çıkardı ve aynı gece Montreuil-sur-Mer’e posta arabasıyla dönme şansını sordu. Şans eseri, kuryenin yanında bir yer vardı. Yeri ayırttı ve ücretini ödedi.
– Beyefendi, dedi görevli, tam birde burada olmayı unutmayın.
Tüm bu işleri hallettikten sonra otelden çıktı ve Arras sokaklarında yürümeye başladı.
Şehri tanımıyordu; dar, karanlık sokaklarda rastgele ilerliyordu. Ama her şeye rağmen, yoldan geçenlere bir şey sormamakta inat ediyor gibiydi. Küçük Crinchon nehrini geçti ve kendini labirenti andıran sokakların içinde kaybolmuş buldu. Derken elinde bir fener taşıyan bir adama rastladı. Adamın yanına gitmekte bir süre tereddüt etti, fakat sonunda cesaretini toplayarak ona yaklaştı. Yine de çevresine dikkatle bakıyor, sorusunun başkaları tarafından duyulmasını istemiyormuş gibi davranıyordu.
– Beyefendi, adalet sarayı nerede acaba? diye sordu alçak bir sesle.
Yaşlı adam onu dikkatle süzdü ve cevap verdi:
– Şehirden değilsiniz anlaşılan, beyefendi. Öyleyse beni takip edin. Zaten o tarafa, yani valilik binasına gidiyorum. Adalet sarayı şu sıralar onarıldığı için mahkemeler geçici olarak valilikte yapılıyor.
Adam bir an düşündü ve ardından sordu:
– Assize mahkemesi de orada mı?
– Evet, beyefendi. Valilik binası devrim öncesinde piskoposluktu. 1782’de Monseigneur de Conzié, oraya büyük bir salon yaptırdı. İşte o salon şimdi mahkeme salonu olarak kullanılıyor.
İkili sokaklarda yürümeye devam ederken, yaşlı adam konuşmayı sürdürdü:
– Eğer bir dava izlemek için geldiyseniz, geç kalmış olabilirsiniz. Oturumlar genelde altıda biter.
Ancak büyük meydana vardıklarında, yaşlı adam büyük bir binayı işaret ederek karanlık cephesindeki dört uzun pencereden sızan ışıkları gösterdi:
– Şanslısınız, beyefendi. İşte bakın, şu dört pencere. Burası assize mahkemesi. Işıklar hâlâ yanıyor, demek ki dava devam ediyor. Görünüşe göre uzamış. İlginizi çeken bir dava mı? Ceza davası mı bu? Yoksa siz bir tanık mısınız?
İşte düzenlenmiş ve edebi bir üslupla yeniden yazılmış metin:
Adam, kendinden emin bir sesle yanıt verdi:
– Burada herhangi bir dava için bulunmuyorum, yalnızca bir avukatla konuşmam gerekiyor.
– O başka, dedi vatandaş, eliyle bir kapıyı işaret ederek. – İşte, beyefendi, burası. Nöbetçi kapıda duruyor. Büyük merdiveni çıkmanız yeterli.
Adam, tarif edilen yoldan ilerledi ve birkaç dakika sonra geniş bir salona ulaştı. Salon kalabalıktı. Siyah cüppeleriyle avukat grupları, köşelerde fısıldaşarak bir araya gelmişti.
Adalet salonlarının kapılarında toplanmış bu siyah cüppeli insanların alçak sesle konuşmaları, insanda her zaman bir sıkışıklık hissi uyandırır. Bu fısıltılardan ne şefkat ne de merhamet doğar. Daha çok, önceden verilmiş sert yargılar, hatta mahkûmiyetlerin habercisidir bu sesler. Onlar, karanlık kovanlarda uğuldayan arılar gibidir; zihinlerinde, bilinmez yapıların tuğlalarını örerler.
Burası, yalnızca bir lambayla aydınlatılan geniş ve loş bir salondu. Bir zamanlar piskoposluğa ait bir bekleme odasıyken, şimdi mahkeme salonlarının giriş koridoru olarak kullanılmaktaydı. Kapalı duran çift kanatlı bir kapı, bu salonu assize mahkemesinin yapıldığı büyük salondan ayırıyordu.
Salonun gölgeli atmosferi, adamın karşılaştığı ilk avukata çekinmeden bir soru sormasını sağladı:
– Beyefendi, dedi, durum nedir?
Avukat kısa bir bakıştan sonra cevap verdi:
– Dava bitti.
Adamın yüzünde şaşkınlık belirdi:
– Bitti mi?
Bu kelimeyi öyle bir tonla söyledi ki, avukat dönüp ona dikkatlice baktı.
– Affedersiniz, beyefendi, bir yakınınız mı var?
Adam başını hafifçe eğdi.
– Hayır. Burada kimseyi tanımıyorum. Peki, bir mahkûmiyet kararı çıktı mı?
– Elbette. Başka türlüsü pek mümkün değildi.
Adam, belli belirsiz bir sesle sordu:
– Zorunlu çalışma cezası mı?
– Hayır, müebbet.
Adamın sesi daha da kısıldı:
– Kimliği doğrulandı mı?
Avukat şaşkınlıkla kaşlarını çattı:
– Hangi kimlik? Ortada doğrulanacak bir kimlik yoktu ki. Dava basitti. Kadın çocuğunu öldürmüş. Bebek cinayeti kesinleşti. Jüri, önceden tasarlama suçlamasını reddetti ama müebbet hapis cezası verdi.
Adam neredeyse duyulmayacak bir fısıltıyla tekrarladı:
– Kadın mı?
Avukat sabırsız bir şekilde yanıtladı:
– Tabii ki. Limosin isimli bir kadın. Ama siz neden bahsediyorsunuz?
Adam duraksadı, sonra dalgın bir sesle mırıldandı:
– Hiçbir şeyden.
Sonra birden toparlanarak devam etti:
– Ama dava bittiyse, salonda hâlâ ışıklar neden yanıyor?
Avukat yanıtladı:
– İki saat kadar önce başka bir dava başladı.
– Hangi dava?
– O da gayet açık bir dava. Sıradan bir hırsızlık davası. Sabıkalı bir mahkûm, sefalet içinde biri. Adını tam hatırlamıyorum ama suratından bir haydut olduğu anlaşılıyor. O yüzle, sırf görünüşü bile onu kürek cezasına göndermeye yeterdi.
Adam bir an duraksadı ve sordu:
– Beyefendi, salona girmenin bir yolu var mı?
Avukat omuzlarını silkti:
– Sanmıyorum. İçerisi oldukça kalabalık. Ama duruşma şu an ara vermiş durumda. Birkaç kişi dışarı çıktı. Duruşma yeniden başladığında içeri girmeyi deneyebilirsiniz.
Adamın gözleri büyük kapıya doğru kaydı:
– Hangi kapıdan giriliyor?
Avukat, salonun sonunda duran çift kanatlı kapıyı işaret etti:
– Şu büyük kapıdan.
Avukat uzaklaşıp kayboldu. Adam, birkaç dakika içinde, neredeyse aynı anda ve iç içe geçmiş bir şekilde, tüm olası duyguları yaşamıştı. O kayıtsız avukatın sözleri, yüreğini bir an buz gibi iğnelerle delip geçmiş, bir an da ateş gibi bıçaklarla yakmıştı. Ancak hiçbir şeyin henüz bitmediğini fark edince derin bir nefes aldı. Bu nefesin içinde memnuniyet mi yoksa daha derin bir acı mı gizliydi, bunu ayırt edemiyordu.
Kalabalığa doğru yöneldi. Küçük grupların yanına yaklaşıp kulak misafiri oldu, söylediklerini dinledi. Duruşma yoğun bir gündeme sahipti. Mahkeme başkanı, aynı güne iki kısa davayı sığdıracağını söylemişti. Önce bebek cinayeti davası görülmüş, ardından sabıkalı ve “geri dönen” olarak bilinen bir adamın davasına geçilmişti. Bu adam birkaç elma çalmakla suçlanıyordu, fakat suç tam olarak kanıtlanamamıştı. Yine de Toulon’da kürek cezasına çarptırılmış eski bir mahkûm olduğu kesindi ve bu durum davasını daha da ağırlaştırıyordu.
Adamın sorgusu tamamlanmış, tanıklar dinlenmişti. Sırada avukatın savunması ve savcının mütalaası vardı. Duruşmanın gece yarısından önce sona ermesi beklenmiyordu. Mahkûmiyet kararı neredeyse kesin gibiydi. Savcı zeki biriydi; suçlulardan kaçmayan, aynı zamanda şiir yazacak kadar da ince bir zekâya sahip, yetenekli bir adamdı.
Adam, assize mahkemesiyle bağlantılı kapının önünde bekleyen görevliye yaklaştı. Alçak sesle sordu:
– Beyefendi, kapı yakında açılacak mı?
Görevli kısa ve net bir yanıt verdi:
– Açılmayacak.
Adam şaşkınlıkla geri çekildi:
– Nasıl yani? Duruşma yeniden başladığında kapı açılmayacak mı? Şu anda ara verilmedi mi?
Görevli, sakince açıkladı:
– Duruşma yeniden başladı, ama kapı tekrar açılmayacak.
Adamın yüzünde sabırsız bir ifade belirdi:
– Neden?
Görevli, alışılmış bir sabırla yanıtladı:
– Çünkü salon tamamen dolu.
– Hiç mi yer yok?
– Hiçbir yer kalmadı. Kapı kapalı. Artık kimse içeri giremez.
Bir an durdu, ardından sanki içindeki bir şüpheyi gidermek istercesine ekledi:
– Başkanın oturduğu yerin arkasında iki ya da üç boş yer var. Ama o yerler yalnızca kamu görevlilerine ayrılmış durumda.
Görevli bu sözleri söyledikten sonra arkasını döndü.
Adam, başı öne eğik bir şekilde geri çekildi. Bekleme salonunu geçip merdivenlere yöneldi. Adımları ağır, zihni karmaşık bir mücadele içindeydi. Dünden beri ruhunu kuşatan şiddetli çatışma, bu anlarda yeni bir yüzüyle ortaya çıkmıştı. Her adım, sanki yeni bir kararın ağırlığını taşıyordu.
Merdivenin sahanlığına ulaştığında durdu, korkuluğa yaslandı ve derin bir nefes aldı. Kollarını bağladı, bir an düşüncelere daldı. Sonra birden hareketlendi. Ceketinin düğmelerini çözdü, iç cebinden bir cüzdan çıkardı. Cüzdanın içinden bir kalem ve küçük bir kâğıt parçası aldı. Gaz lambasının titrek ışığında, hızlı ve kararlı bir şekilde birkaç kelime yazdı:
“Montreuil-sur-Mer Belediye Başkanı Bay Madeleine.”
Yazdığı kâğıdı katladı, cüzdanını yerine koydu ve hızla merdivenleri geri çıktı. Kalabalığın arasından yol açarak ilerledi, görevliye doğru kararlı adımlarla yaklaştı. Kâğıdı ona uzattı ve otoriter bir sesle konuştu:
– Bunu başkana iletin.
Görevli, kâğıda bir an göz attı. Adamın tavrındaki kararlılık, itiraz edilemez bir etki bırakmıştı. Görevli, tereddüt etmeden söyleneni yaptı.
Çevirmen : Cansu Porsuk